27 Eylül 2007 Perşembe

Suşehri Nire, Bangkok Nire

64 katlı Labua State Residence'ın 36. katındaki daireden, şehri ikiye bölen Chao Praya nehrindeki hareketli trafiği gözlemlemeye çalışıyorum.

Gün öğleyi devirmiş olmasına rağmen trafik bir hayli yoğun. Nehrin iki tarafında yer alan iskelelere, mavnaların biri yanaşırken diğeri ayrılıyor. Yolcu gemilerini, turistik vapurları ve küçük kanoları saymakta zorlanıyorum. Bir ara gözüme yeşil kubbeli bir yapı ilişiyor. Ev sahibimize, burasının ne olduğunu soruyorum. "Burası çevremizde bulunan dört camiden birisi ve en eskisi" diyor. Burası, "Melekler Şehri" anlamındaki Bangkok. Ev sahibimiz, burada ticaret yapan 50-60 civarındaki işadamından birisi. Masanın üzerindeki envai çeşit tropikal meyvelerden tatmadan önce kendisine nereli olduğunu soruyorum.

"Suşehri" cevabını veriyor. İçimden,

"Suşehri nire, Bangkok nire ?" diye geçiriyorum.
Cengiz Bey'e, bu "Melekler Şehri" nde diğer "melek-misal" Türk işadamlarıyla birlikte ne alıp ne sattıklarını soruyorum.
"Ağırlıklı olarak hediyelik eşya, özellikle gümüş takılar" diyor.
İlk etapta aklıma, buralarda ucuz emek gücüyle imalat yaptırıp, Türkiye'ye satmaları geliyor. Ne var ki ticaret hacimleri içerisinde Türkiye piyasasının küçük bir yer teşkil ettiğini, Bangkok'taki diğer işadamlarıyla birlikte, Avrupa ülkeleri de dâhil olmak üzere dünyanın birçok ülkesine ihracat yaptıklarını sevinçle ve iftiharla öğreniyorum. Cengiz Bey, arkadaşlarıyla birlikte "Thai-Turkish Businessmen Association"ı kurduklarını ve Türkiye ile ticaret hacmini artırmaya çalıştıklarını, kısa zamanda büyük mesafe aldıklarını, ülkede faaliyet gösteren Türk okullarının Taylandlılar arasında gördüğü ilgiyi, kendi çocukları için de ayrıca paha biçilmez bir manevi-kültürel sığınak olduğunu heyecanla anlatıyor.

Beraberimizdeki diğer dostlar bir ara,
"Ağabey buraları boş verelim de, biraz Türkiye'ye bakalım. Ne oluyor? 22 Temmuz
seçim sonuçlarını hazmedemeyen kimi çevreler Cumhurbaşkanlığı seçimini bir kaosa
dönüştürmeye muvaffak olabilecekler mi acaba?" diyor.
"Sanmıyorum" diyorum ve meşhur espri çerçevesinde görüşlerimi dile getiriyorum:
"Mahallenin yaramaz çocukları, son elli yılda defalarca hac yolundaki kaplumbağayı ters çevirerek yolundan alıkoymaya muvaffak oldular. Ama umarım bu defa başaramayacaklar. Kaplumbağa birtakım darbeler alsa da yoluna devam edecek. Sakın ha, sizin şevkiniz ve azminiz kırılmasın."
Gözüm tekrar Chao Praya nehrindeki hareketliliğe ve şehrin siluetini teşkil eden gökdelenlere takılıyor ve gönlüm iki müstesna Zat'a karşı minnet ve şükran duygularıyla dolup taşıyor:

Mütevazı Anadolu insanının maddi-manevi potansiyelini harekete geçirip,
gönüllerinde bir çerağ yakarak, insanlığı kucaklayan bir barış projesi çıkartan
"Ali himmet, engin gönül ve derin feraset" sahibi M. Fethullah Gülen'e ve
Merhum, "Demokrat, Sivil ve Dindar Cumhurbaşkanı" Turgut Özal'a.


Evet, size "Suşehri nire, Bangkok nire?" dedirtecek, o kadar çok cesur işadamı var ki bölgede? Siz onları, renkli medyanın magazin sayfalarında, 'cemiyet haberleri' köşelerinde ve ihale takiplerinde göremezsiniz. Onlar zamanımızın, "Ahiyan-ı Rum"u. Onlar, ülkemizden uzaklarda ama hem ülkemiz hem de insanlık için çalışmaya azimle devam ediyorlar. Onların himmet ve gayreti dünyaya sulh ve sükûn getirecek.

Yeter ki,
"mahallenin yaramazları" Cengiz'lerin, Uğur'ların, Zafer'lerin, Yılmaz'ların ve daha nicelerinin şevkini kırmasın.
Cemal Uşşak, 8 Eylül 2007 Cumartesi, Bugün

23 Eylül 2007 Pazar

Fethullah Hoca'nın 'misyonerleri' neyin peşinde?

Mahmut Övür
Bir süre önce Kenya ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ni kapsayan bir geziye katıldım. Yola çıkarken kafamda tek bir soru vardı: Dünyanın dört bir yanına yayılan hatta adını ilk kez duyduğumuz ülkelerde açılan Türk okulları ne amaçla açılıyor?

Aslında bu soru Türkiye'de pek çok insanın kafasını karıştırıyor.

Şüphe ile bakanlar da samimiyetle olayı anlamaya çalışanlar da bu sorunun cevabını merak ediyor.

Çünkü, Sibirya'dan Kamboçya'ya, Arjantin'den Angola'ya, onlarca ülkede bir 'derviş sabrı' ile çalışmak ve hiçbir beklenti olmadan bunu yapmak dışarıdan bakanlar için anlaşılabilir bir durum değil.

Afrika'nın iki ülkesi, Kenya ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne işte bu merakla gittim.

İlk durağımız Kenya'nın başkenti Nairobi'ydi.

Nairobi'deki Türk Okulu'nun müdürü Mehmet Yavuzlar bizi karşıladı.

Okulun adı, Light Akademi. İlkokulda 240, lisede ise 300 öğrenci okuyor. On yıldır orada eğitim veren Türk okulu, başarı sıralamasında Kenya'daki tüm okullar arasındaki 7. sırayı alarak inanılmaz bir başarıya imza atmış.

Okula ulaştığımızda güzel bir sürprizle karşılaşıyoruz.

Geniş bir salonun ortasında 4 zenci kız öğrenci. Önce herkesi Türkçe selamlıyorlar. Sonra da Mahsun Kırmızıgül'den bir şarkı söylüyorlar:

'Hepimiz kardeşiz.' Bununla yetinmiyor bir de Sezen Aksu'dan 'Firuze' yi söylüyorlar...

Düşünsenize, Kenya'nın başkenti Nairobi'de Sezen Aksu, Mahsun Kırmızıgül söyleyen zenci çocuklar... Herkes etkileniyor.

Ama bu okulları, o ülkelerde etkili kılan sadece bunlar değil. İşin sırrı başka.

Bir gece Nairobi'de kaldıktan sonra Güney Afrika Cumhuriyeti'ne geçiyoruz.

Güney Afrika Cumhuriyeti birkaç açıdan ilginç bir ülke.

Nüfusu 44 milyon. Kişi başına milli gelir 10 bin dolar. Yönetim şekli çok farklı. Üç başkenti var. Birbirlerine yakın da olsa yasama, yürütme ve yargı ayrı ayrı kentlerde. Ve 9 eyaletten oluşuyor. Belki de en ilginci 11 resmi dilin olması. Özellikle okullarda biri İngilizce olmak üzere iki dil mecburi okutuluyor.

Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Johannesburg, Durban ve Cape Town kentlerinde Türk okulları var. Tek tek hepsini geziyoruz. Her birinin ilginç kuruluş öyküleri ve ülke çapında ciddi başarıları var. Kimi matematik, kimi kimya, kimi fizik olimpiyatında birincilik kazanmış. O okulları cazip kılan yanlardan biri de bu.

Bugün Afrika'nın 30 ülkesinde 53 Türk okulu eğitim veriyor.

Peki büyük çoğunluğu Hıristiyan olan bu ülkelerin vatandaşları neden çocuklarını Türk okullarında okutuyor?

Bu sorunun iki cevabı var: Birincisi okulların ülke çapındaki başarısı, ikincisi ise ahlaki değerler...

AIDS'in kol gezdiği, kötü alışkanlıkların yaygın olduğu Afrika ülkelerinde bu okulların güven vermesi doğal.

Şimdi gelelim başta sorduğumuz soruya.

Acaba dünyanın dört bir yayına yayılan Türk okulları neyin peşinde?

Bu okullar öğrencileri Müslüman yapmaya çalışan birer 'misyonerlik' merkezi mi, yoksa Türk propagandası mı yapıyor?

Önce kısa bir tespit yapalım:

Fethullah Gülen Hoca'nın okullarında eğitim veren öğretmenlerin büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyor. Hepsi de ODTÜ ve Boğaziçi gibi en iyi üniversitelerden mezun.

Türkiye'nin dört bir yanından gelen bu öğretmenler hiç tanımadıkları ülkelerde binlerce öğrenciyi eğitmek için inanılmaz bir çabaya imza atıyor.

Çoğuyla uzun uzun konuştum.

Tarık Şen, İlhami Demirtaş, Tufan Aydın, Tahsin Tümer, Tarık İmre gibi orada karşılaştığım her yönetici veya öğretmenin o ülkelerde 'iyi insan' olmak ekseninde iki şeye, 'Türkiye ve modern Müslüman' imajı yaratmaya hizmet ettiklerini gördüm:

Tıpkı ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov'ın dediği gibi:

'Bu okullarda din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın insanlık sevgisi üzerine eğitim yapılıyor.'


Mahmut Övür, 18 Şubat 2007 Pazar, Sabah


9 Eylül 2007 Pazar

'Kilometrelerce uzaktan Madagaskar'a gelmişsiniz...'

Ökkeş Özgüven öğretmen, Madagaskar'dan öğrencisi Raveloson Andrisoa Fitiavana ile Almanya'ya gelirken okul aile birliğinden bir öğrencinin annesiyle beraber yola çıkıyorlar. Hanımefendi, ticaretle uğraşıyor. Eşi de ülkenin elit tabakasından büyük bir müteahhit...

Onları Almanya'da evinde, eğitim hizmetlerine destek veren bir insanımız misafir ediyor. Ökkeş öğretmenle ev sahibi bir ara çok samimi şekilde muhabbete dalıp gidiyorlar. Bir müddet onları seyreden Madagaskarlı hanımefendinin dikkatini çekiyor; sanki şoke oluyor ve hocaya,

"Siz gerçekten ilk defa mı karşılaşıyorsunuz?"
diye soruyor. O, "evet" deyince,
"Öyle samimi bir sohbetiniz var ki; sanki yıllardır birbirinizi tanıyorsunuz da hatıraları konuşuyor gibisiniz!"
diyor. Bir gün sonra hanımefendinin Paris'e dönmesi gerekiyor. Çünkü oradaki işini görüp ülkesine öyle dönecek. Uçak biletinde ekstra bir ödeme gerekiyor. Yüz Euro gibi bir farkı ona hissettirmeden ödemek istiyorlar. O bunu fark edince hemen itiraz ediyor;
"Olmaz... Siz beni bilmiyorsunuz ki? Bu fazla... Kabul edemem."
Ona,
"Siz bizim misafirimizsiniz, başımızın tacımızsınız. Ne olur kabul edin."
diye çok içten bir istekte bulunuyorlar. O kabullenmekte zorlansa da bu samimiyet ve bu sıcak ilgiden dolayı çok seviniyor. Memnun bir şekilde ayrılıyor.

İngilizce öğretmeni Ökkeş Bey:

"Öğretmenler olarak bütün öğrencileri ve ailelerini yakından tanıyıp tanışmak için evlerinde ziyaret ettik... Çoğu Hıristiyan, buna rağmen bizim Müslüman olduğumuzu bildikleri için, bizim için özel helâl et alıp yemek yaptıklarını gördük. Bir aile yaş pasta yapıp üzerine, "Evimize hoş geldiniz" diye yazmışlar. Kurban Bayramı'nda et dağıtıyorduk... Yağmur da iyi yağıyordu. Öğrencilerimizden birisinin ailesi de bizimle beraber dağıtmak istedi. Biz, "Islanacaksınız; lütfen içeri geçin!" diye ısrarımıza rağmen, "Siz kilometrelerce uzaktan buralara gelip bu fedakârlığı yapıyorsunuz. Bırakınız biz de bir parça fedakârlık yapalım." dedi. Yağmurda etlerin başına bir şey gelmemesi ve fakir halkın eline bir an önce ulaşması için bizimle koşturmaya başladı."
dedi.

Maalesef propagandanın ince taktiği pek çok gerçekleri tepetaklak ettiği gibi bazı medya organlarının kasıtlı yayınları Madagaskar'da ülkemizle ilgili yanlış bir kanaati oluşturmuş. Sömürge anlayışlı haber ağları, yerli halkı uyutmak için, Türkiye'de araba tekeri patlasa sanki atom bombası patlatılmış gibi ülkemizi terörün kaynadığı bir yer gibi lanse etmiş. Ama adanmış ruhlar, eğitim gönüllüleri, bu yanlışları bilfiil bertaraf ediyorlar. Bilhassa Türkçe Olimpiyatları geniş bir ufuk açtı. TUSKON'a da düşen büyük vazifeler var...

Bir zamanlar Orta Asya'da verilen eğitim hizmetleri şimdi geri dönmeye başladığı gibi, Afrika'ya yapılanlar da inşallah geri dönecek. Evet şimdi Orta Asya'da Türk okullarında yetişip öğretmen olanları, Avrupa'da ve Afrika'da hizmet verirken görüyoruz... Afrika'nın eğitim gönüllüleri de başka yerlerde; ama en başta kendi ülkelerinde olmak üzere eğitim verecekler. Hem de herkesi kucaklayan insan eksenli bir eğitim sistemiyle...

Abdullah Aymaz, 02 Temmuz 2007, Pazartesi

Babrak Karmal'ın elinden tutulsaydı

Afganistan'a Sovyet ordusunu davet eden Babrak Karmal'ın sınıf arkadaşı olan bir kardiyoloğumuz diyor ki: "Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1952 ve 1954 yıllarında Babrak Karmal ile beraber okuyorduk.

Fakat onun bursu kesilince ortada kaldı. Sağa sola başvurdu, hiçbir maddi destek bulamadı. Bir tek el uzatan olmadı. En son Rus Konsolosluğu'nun burs verdiğini öğrenince oraya başvurdu. Onlar kendisine,

"Burs veririz ama bir şartımız var. Ankara'da tıpta değil; Moskova'da uluslararası ilişkilerde okuyacaksın."
derler. O da çaresizlikten kabul edip, dedikleri fakülteye gider. İstedikleri tipte kendisini yetiştirdikten sonra, onu geriye ülkesi Afganistan'a gönderirler... Gün gelir merdivenin basamaklarından yüksele yüksele, 1979'da zirveye ulaşır. Zamanı geldiğine inandıkları anda düğmeye basarlar ve onun beklenilen davetiyle Afganistan'a girerler. Evet bir zamanlar Mevlânâ'ları yetiştiren Afganistan'da bakın artık durum ne hâle geldi. Ama ey Anadolu'nun fedakârları şimdi sizin verdiğiniz burslar çoktan oralara ulaştı ve bir umut ışığı oldular...

Kazakistan'da sizin açtığınız kolejlerden yetişip işadamı olan öğrencileriniz bir araya gelip aralarında 500 bin dolar topladılar 4.800 metrekarelik bir arsa üzerinde bir kız yurdu yaptırdılar. Bu arada birisi de 68 dolar getirdi ve,

"Bunu anneannem emekli maaşından size gönderdi."
dedi.

Sizi model aldılar ve güzelliklere güzellikler kattılar. Evet onlar 80 seneyi 15 senede kat ettiler...

Siz artık dünyanın her yerinde gayretlerinizin semerelerini bol bol görebilirsiniz.

Azerbaycan'da Gülistan Sarayı'nda, Amerika'da, Japonya'da ve Kanada'da üniversite bitirmiş ve doktorasını tamamlamış 27 öğrenci yani sizin kolejlerinizden mezun olmuş genç, birer birer kalkıp kendilerini tanıttılar. İşlerini ve konumlarını öğrenen herkes şaşırdı ve,

"Şimdi biz bu Türk kolejlerinin önemini daha iyi anladık"
dediler. Evet evlatlarının bu konuma gelmeleri sıradan bir şey değil...

Türkmenistan'da bir Türkmen genç cinayetten hapse giriyor. Ailesi dağılıyor. Tek başına kalan annesi, oğluna yemek getiriyor. Mahkûm, yemek kabına sarılan Zaman gazetesinin bir yazısına takılıyor. Annesine,

"Ne olur, bu gazeteden ne kadar varsa bana getir."
diyor. Kadıncağız da 700 kilometre uzaktan gazetenin merkezi olan Aşkabat'a gidip, temsilcimizle görüşüyor. Oradaki arkadaşımız da Türkmence çıkan bütün Zaman gazetesi nüshalarından birer tane kendisine veriyor. Hapishaneye oğluna ulaştırınca, hepsini dikkatle okuyor. Davranışlarında, konuşmalarda güzel bir gelişme meydana gelince, diğer mahkûmlar da etrafında toplanıyor. Onlara da iyilikte rehber oluyor. Hapishane müdürü durumu Türkmenbaşı'na rapor ediyor. O da çıkardığı bir af ile onu serbest bıraktırıyor. Yani 7 sene önce mahkûmiyet bitmiş oluyor. Evine gelince annesi,
"Çok iyi ama, ah evladım, şimdi yanımızda gelinim ve torunlarım da olsaydı"
diyor. Oğlu,
"Anne bana bir saat mühlet ver!"
diyor. Hemen hanımına gidip onu ikna ederek çocukları ile evine getiriyor. Daha sonra da teşekkür için Aşkabat'taki Zaman merkezine geliyor...

Bütün bunlar herhalde bizlere bir şeyler anlatıyordur.


Abdullah Aymaz, 09 Eylül 2007, Pazar

15 Şubat 2007 Perşembe

Magadanlı Emine

Sibirya semalarında yükselen bir sessiz çığlıktır duyulan

1992 kışıydı. Tataristan'ın başkenti Kazan, uçsuz bucaksız beyaz örtüye bürünmüş bir masal şehrini andırıyordu. Vaktiyle bölgenin manevî başkenti sayılan Kazan'ın bereketli bağrından Rıza Fahreddin, Musa Carullah ve Alimcan Barudi gibi ünlü alimler çıkmış, bilimin ışığını dünyaya yaymışlardı. Şehir, Muhammediye medreseleriyle sadece Tatarlar arasında değil, Türkistan ve Kazak halkları arasında da eğitimin yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. Bir zamanlar camileri, medreseleri, ilim ve kültür yuvalarıyla donanmış koca şehirde şimdi yalnız Şehabeddin Mercani Camii ibadete açıktı. Din adamı derseniz, hak getire! Müslümanların üçü beşi zor araya gelir, cenazelerini çoğu kere hoca bile bulamadan gömerlerdi.

O gün bir mezarlıkta yine bildik görüntüler yaşanıyordu. Beş altı kişi kar yağışı altında bir cenazeyi defnediyorlardı. Biraz sonra mezarın üzerinde topraktan küçük bir kümbet oluşmuştu. Açık düzlüklerden Akkayın ormanlarına doğru savrulan rüzgâr, vahşi uğultular çıkarıyordu.

İçlerinde kumral saçlarının üzerine kalın, siyah bir şal örtmüş 35 yaşlarında bir kadın ayırt ediliyordu. Belli ki, uykusuzluk ve yorgunluktan ayakta zor duruyor, kızarmış gözlerinden kar tanelerinin yalnız bırakmadığı yanaklarına sızan gözyaşını, siyah şalının ucuyla siliyordu. Az önce toprağa emanet ettiği sevgili babası, dini bütün bir Müslümandı. Ölenin arkasından Kur'an okunduğunu ondan işitmiş ve görmüştü ama kendisi, evet kendisi bütün bunlardan habersiz yetişmişti. Devlet eliyle yürütülen ateist eğitim, onu babasının dünyasından zorla koparmıştı. Lakin bu kopuşu hiç bugünkü kadar derinden hissetmemişti. “Babama bir Fatiha bile okuyamıyorum” düşüncesi, bir sancı gibi dolaştı içinde.

Kar yeniden azıtmış, küçük kümbet beyazlara bürünmüştü. Dakikalarca kalakaldı mezarın başında. Sevgili babasına sımsıcak gözyaşlarından başka gönderecek hiçbir şeyi olmadığına bir kere daha yandı. Boğazı düğümlenmişti. Hüznün ıslak bir bayrak gibi dalgalandığı çehresine soluk bir ağırlık çöküyordu bunları düşündükçe. Hem artık kimsesiz kaldığı bu şehirde de durmak istemiyordu.

O da ne? Uçağının kalkış saati yaklaşmıştı. Taksiciye, “Havaalanı, lütfen acele edelim” dediğini hatırladı yalnızca. Hatıraların yumağına bir minik kedi gibi sarılacaktı ki, arabanın virajı alırken kara saplandığını fark etti sarsıntıdan. Havaalanına güç bela yetiştiklerindeyse uçak çoktan kalkmıştı. Sinirleri iyice gerilmişti. Yetkililerden, gideceği şehre başka direkt sefer olmadığını, önce Kuzey Buz Denizi'ne yakın bir şehre, oradan Buryat'ın başkenti Ulanude üzerinden Yakutsk'a, sonra da Magadan'a uçabileceğini öğrendi. Moskova'dan kalkacak olan ve ilk defa sefere konan uçağı Ulanude'de yakalayacak olması, günün tesellisi gibiydi.

Sonunda Ulanude'ye vardığında yine yarım saat gecikmişti. Umutsuzluk içinde transfer bankosuna geldiğinde aktarma yapacağı uçağın henüz kalkmadığını öğrenerek sevindiyse de, görevliler, kapılar kapanmak üzere olduğu için uçağa alamayacaklarını söylediler. Bağırdı, çağırdı, ortalığı ayağa kaldırdı. Bu uçağa mutlaka binmeliydi.

Bu defa Ulanude havaalanında bekleyen uçağın içindeyiz. Tıklım tıklım dolu; sadece bir koltuk boş. Yolcular, açık kapıdan giren rüzgarın tesiriyle tir tir titriyor. Hosteslerden uçağın kapısını kapamalarını rica ediyorlar. Bir yolcu bekliyorlarmış. Buralarda uçağın içinde bir kaç saat beklendiği, bekleme salonlarında 2-3 gün sabahlandığı nadirattan değildir. Neyse ki, korkulan olmadı, az sonra nefes nefese bir kadın uçağa attı kendini ve o boş koltuğa yığıldı kaldı.

Uçak kalkarken, kadının yanındaki koltukta oturan Sadettin Bey, çantasından küçük Kur'an'ını çıkarıp okumaya başladı. Biraz sonra kendine gelen kadın hayretle, eski bir tanıdığa bakar gibi bakıyordu kitaba ve adama. Bu ısrarlı bakışları fark eden Sadettin Bey, cam kenarında oturan Rusça bilen arkadaşı Mihrali'den yardım istedi: “Neden bana dikkatle bakıyor? Sorar mısın?” Meğer kadın, ne okuduğunu merak etmiş. Sadettin Bey, “Kur'an okuyorum” deyince yanındaki yolcunun ayağının yerden kesildiğini, yerde aradığını gökte bulmuşcasına sevindiğini hissetti. Kadın anlattı cümle hikâyesini. Adı Emine'ymiş. Kazan Türklerinden. Bering Boğazı yakınlarındaki Magadan şehrinde matematik öğretmenliği yaptığını, kocasının Hıristiyan olduğunu ve dinini yeterince öğrenemediğini, bundan üzüntü duyduğunu, kaybettiği babasını pek sevdiğini uzun uzadıya anlattıktan sonra rica etti kendisinden: “Babamın ruhuna da bir Yasin okuyabilir misiniz?”

Sibirya semalarında yükselen bu sessiz çığlık, yüreğini dağlamıştı Sadettin Bey'in. Az önce soğuktan titreyen bedeninin alev alev yandığını hissetti. Hem ağlıyor, hem okuyordu. İşin tuhafı, hep beraber ağlıyorlardı.

Yasin'in okunmasından sonra Emine Hanım, “Siz kimsiniz? Ne iş yapıyorsunuz?” diye peş peşe sorular yöneltti Sadettin Bey'e. Aldığı cevaplar karşısında iyiden iyiye meraklandı. “Peki şimdi nereye gidiyorsunuz?” diye üsteledi. Kadının bu yakın ilgisi karşısında şaşıran Sadettin Bey, sözü dolaştırmadan, “Bir zamanlar atalarımızın yaşadığı Yakutistan'a okul açmak için gidiyorum” cevabını verdi ve ekledi: “Buralara ilk gelişim bu.”

Kadının ilgisinin giderek arttığı gözden kaçmıyordu. Şimdi de havaalanında kendilerini karşılayacak kimse olup olmadığını merak etmişti. Olmadığını öğrenince, “Peki şehirde tanıdığınız kimse var mı?” diye sordu. Cevap yine “Hayır”dı. “Durun öyleyse” dedi, “Cumhurbaşkanlığında eğitim işlerinden sorumlu hanımefendiyle Moskova'da aynı odada tam 8 yıl çalışmışlığımız var. Ona bir mektup yazayım da, size yardımcı olsun”. Şaşırma sırası şimdi Sadettin Bey'e gelmişti. Hiç kimseyi tanımadığı bu şehirde tam da ulaşmak için çırpınacağı merci, Emine Hanım sayesinde ayağına gelmişti. İşte kadın mektubu yazmaya başlamıştı bile.

Tam 3 saat süren bu sırlarla dolu yolculuk Yakutsk havalaanında noktalandı. Emine Hanım üçüncü uçağına binmek için inmişti kendileriyle. Vakit gece yarısı olmasına rağmen arkadaşını onların yanından telefonla aradı ama nedense bir türlü ulaşamadı. Çaresiz, mektubu alıp ayrılacaklardı. Otelleri epeyce uzaktaydı. Emine Hanım bir taksi çağırttı ve ücretini, Türk dostlarının bütün ısrarlarına rağmen kendi cebinden ödedi. İşte ayrılık vakti gelmişti. Bir uçak yolcuğuna dünyaları sığdıran dostlar, vedalaştılar. Emine Hanım uçağına yöneldi, Sadettin Bey de oteline.

Mektup ellerini ısıtıyor, bu hiç kimseyi tanımadıkları şehrin bütün anahtarlarını kucağına döküyordu adeta. Kimdi bu uçağa son anda yetişen kadın? Uçağı gerçekten kaçırmış mıydı? Yoksa onları tam en çok ihtiyaç duyulan ve en ziyade ihtiyaç duyduğu kader-denk noktasında arayıp da bulan bir muştu muydu? Bilemedi kimsecikler...

Bilinen, Sadettin Bey'in, ertesi gün saat tam 9'da Emine Hanım'ın Cumhurbaşkanlığında çalışan arkadaşını bulup mektubu kendisine verdiği. Kadın özel işi gibi ilgilendi kendileriyle. Telefon edip gönderdiği Milli Eğitim Bakanı Yardımcısı, sımsıcak bir çehreyle karşıladı onları. Üstelik kendilerini bekliyormuşcasına, “Türkiye'yi ve Turgut Özal'ı çok seviyorum. Türklerin Yakutistan'da okul açmalarından büyük mutluluk duyacağım. Hayatımda hiç bir olaya bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum” dediğinde Sibirya'da buzların çözülmeye başladığı, uçsuz bucaksız beyaz örtünün altından kardelenlerin cıvıltısının işitildiği malum oldu.

Olsun. Magadanlı Eminelerin nefes nefese de olsa yer bulacakları bir boş koltuk daima var olmayacak mı bizim hayatımızda da?

Harun Tokak, Yeni Şafak, 05.11.2006

 

5 Şubat 2007 Pazartesi

Bir Kınalı Küheylan

Koşarken tırnaklarıyla kıvılcımlar saçan…
küheylanlara da yemin ederim ki…
Kur'an:100/2

Önden giden atlılar…

Birkaç ay önce sizlerle ilk buluştuğumuz yazı. Moğolistan'daki Türk Okullarının Genel Müdürü, fedakar öğretmenimiz Adem Tatlı'nın aramızdan uçup gitmesi vesilesi ile kaleme almıştık. Ben ona ve onun gibi, bayrağımızı gurbet ellerde dalgalandıran yiğitlerimize, Şair Osman Sarı'dan esinlenerek “önden giden atlılar” diyorum…

Bir grup adanmışlar topluluğu onlar.

Geride toz duman bırakarak, geceleri kıvılcımlar saçarak durmadan koşarlar. Kendilerini bütün bir insanlığa adamışlardır.

Ne büyük fedakârlıklar yaptıklarını düşünürdüm de gözlerim dolu dolu olurdu ama bu hislerin başka gönüllerde nasıl yankılandığını pek bilmezdim. Tâ ki geçen gün bana ulaşan görüntüleri izleyinceye kadar.

Elazığlı iş adamları, “önden giden atlılar” adında bir gece düzenlemişler. Geceden çekilen görüntülerden, gurbetteki küheylanların anne-babalarını izledim, içten gelen sözleri dinledim. Asıl en büyük fedakârlığın, bu isimsiz kahramanlara ait olduğunu fark ettim. Kim bilir evlatları için ne hayaller kurmuşlardı. En çok ihtiyaç duydukları zamanda, bağırlarına taş basarak uğurlamışlardı evlatlarını, adını bile ilk defa duydukları ülkelere.

Okul sırası taşırken merdivenlerden düşüp şehit olan küheylanımız, Cengiz Demirel'in anne babası da oradaydı. Koşarken çatlayan bu küheylanın mezarı Harput'un yamaçlarındadır.

Bir küheylan yere düşerken, bin küheylan yola düşer o gece Harput diyarından.

Bu anne-babalar, küheylanlarını kınalayıp, önden giden atlılara katıyorlar.

İşte o gecenin ve o kutlu kervana adanan bir kınalı küheylanın öyküsü daha:

“9 Aralık Cumartesi akşamı ELGİAD'ın, Elazığ'dan beş kıtaya, 'ÖNDEN GİDEN ATLILAR' programının davetiyesini aldım. Bir dostum aracılığı ile gelen davete icabet etmekte tereddüt ettim. İşin doğrusu programın ne olduğunu anlayamadım. Bu program neyin nesidir? diye sorduğum dostlarım da bilmediklerini söylediler. Merak ettim, işimi gücümü bırakıp eşimle birlikte hasta halimle programı izlemeye gittim.

Kalabalığı görünce merakım iyice arttı. Bir köşeye oturup beklemeye başladık. Elazığ'ın ne kadar tanınmış işadamı ve siması varsa oradaydı. Rengârenk bir korodan İstiklal Marşımızı dinlerken tüylerim diken diken oldu. Siyah, sarı, beyaz, çekik gözlü envai çeşit milletten çocuklar hem Türkçe konuşuyorlar hem de marşımızı bizimle birlikte en içten nağmelerle söylüyorlardı.

Daha ilk anda şoka girmiştim. Eşim iki de bir ikaz ederek beni sakinleştirmeye çalışıyordu ama nafile… Bundan sonraki fasıl dünyalara değerdi. Necip Fazıl, S. Hakim Arvasi'yi gördüğü ânı 'zaman donacak kadar güzeldi' diye tarif eder. Bulunmaz ve yaşanmaz bir ân olduğunu böyle anlatır.

Daha sonra sahneye Anne ve Babalar çıktı… Kimi ABD, kimi Endenozya, kimi Meksika, kimi Afrika ve Bakü'den olmak üzere internet üzerinden yapılan bağlantı ile izlettirilen görüntüler beni hayallerimin ötesine götürdü… Meğer internetten izlediğimiz öğretmenler, bu ülkelerdeki Türk Kolejleri'nde görev yapan Gakkoş öğretmenlerimiz, sahnedeki anne-babaların gurbetteki evlatlarıymış… Kimi 5, kimi 7 senedir gurbetteymiş. İnsanlığın huzur için çıktıkları yolculukta, oralarda da dilimizi konuşarak, bayrağımızı dalgalandırarak bize selam yolluyorlar.

Onlar ekranda konuşurken sahnedeki analar iki göz iki çeşme ağlıyor, biz de bu âna, yani tarihe tanıklık ediyorduk. İşte o an yüreğim daraldı, utancımdan yüzüm kızardı. Başım öne düştü. Ağlıyorum ama başkalarının ağladığı bu mukaddes tabloya değil, utancımdan ağlıyordum. Çünkü 2 ay önce yeğenim evime biraz daha yakın olsun diye bir milletvekilimizden aracı olmasını istemiştim…

Ya şimdi… Uçakla bile 10-12 saatle gidilebilecek yerlerde benim aslan gakkoşlarım, insanlık için bayrak bayrak dalgalanıyormuş da haberim yokmuş. Ya o anne-babalar…! Hepsinin ellerinden öpüyorum.

Hele en son çıkan şehit öğretmenin ailesi vardı ya… Bittiğim andı. Kazakistan'da öğretmenlik yaptığı okulda sıra taşırken merdivenden kayarak sıraların altında kalan şehit gakkoş! Yanlış hatırlamıyorsam adı Cengiz Demirel'di. Ekrana Harput'taki mezarının görüntüleri yansıdı. Benim Harput'umun bağrına ekilmiş bir sümbül gibi gülümsüyordu…

Dilim tutuldu, inanın böyle bir hizmetten haberim yoktu. Herkesi kendim gibi zannediyor, kendi telaşında diye düşünüyordum. ELGİAD'ın gecesi (söylemezsem haksızlık olur) benim kırılma noktamdır. Laf üretenlerle iş üretenlerin, Sera ve Süreyya misali farkını gördüğüm andır.

Dini, dili bizden olmayan gurbet ellere evlatlarını feda edenlerle, köyden merkezdeki bir okula yeğenini aldırmak için uğraş veren benim gibiler, hakkımız olmadığı halde aynı salonu paylaşıyorduk.

Geceyi düzenleyenler çok anlamlı bir güzellik daha yaptılar; her aileye oğlunu temsilen bayrak verdiler ve dediler ki: “Evladınızı size hatırlatacak daha kutsal bir şey bulamadık. Kimi karlı dağlarda, kimi kızıl çöllerde Nazlı Hilâl gibi dalgalanıyor onlar. Mukaddes hilâlimizi en şerefli biçimde temsil ediyorlar. Onları ancak böyle hatırlatabiliriz” diyerek, al bayrağımı öperek anaların mübarek ellerine bıraktılar.

Beni davet eden arkadaşıma da teşekkürler. İyi ki gelmişim önden giden atlıları görmeye…

Onlara buradan bir müjde vermek isterim. Bunu da bir hediye olarak kabul etsinler. Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde onları bir atlı daha bekliyor. Bir oğlum var, herhangi bir Türk Koleji'ne kabul ederlerse, -asil soyum adına- onunla iftihar edeceğim.

Gayret edin!

Sadece bir bayrak değil, bin bayrak daha dalgalanmak için rüzgar bekliyor.”

İbrahim Öztürk / Elazığ Böyle bir geceyi ilk defa izleyen İbrahim Beyin duyguları…

Ne demiş değerli sanatçı Ersen, “Kuzey'in gardaşları varsa, Erzurum'un da dadaşları var”. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Elazığ'ın da gakkoşları vardır. Anadolu aslanlar otağıdır.

Aksanları ayrı da olsa, aslanların kükreyişleri hep aynıdır.



 Harun Tokak, Yeni Şafak, 14.01.2007

3 Şubat 2007 Cumartesi

Afrika'da yaşananlar

Merhum Erkan Çağıl, Tanzanya'nın başşehri Darü's-Selam'a, eğitime adanmışlar gibi hicret etmişti. Orada ticaretle meşgul oluyor ve eğitim gayretlerine destek oluyordu. Oralarda ağır bir trafik kazası geçirdi ve vefatından evvel de vasiyetini şöyle bildirdi: "Beni buraya defnedin... Türkiye'ye götürmeyin. (Çünkü hicret böyle tam olacaktı.)

Evim burada olsun; eşim burada kalsın, oğlum burada okusun. Arkadaşlarımla olan ticari ortaklığım devam etsin. Kardeşim Türkiye'den buraya hicret edip işlerimin başına geçsin.
" Öğrendiğime göre, Allah razı olsun kardeşi de merhum Erkan Bey'in arzusunu yerine getirmek için harekete geçmiş...

Bu vasiyet benim hatırıma, Danirmarka'da vefat edip oraya gömülmeyi vasiyet eden Sarı Saltuk'umuz Özcan Bey'i hatırıma getirdi... Hepsine Allah rahmet eylesin ve hepsinden de râzı olsun...

Erkan Bey'in vasiyeti yerine getirildi. Cenazesine Darü's-Selam'ın en üst seviyesinden insanlar ve Türk okulunun öğretmen ve öğrencileri katıldı. İstisnâsız hepsi de ardından gözyaşı döküyorlardı... Aynen Danimarka'da Türklerle beraber Danimarkalı idareci ve öğrencilerin de Özcan Bey'e ağlayıp üzüldükleri gibi... Çünkü Özcan Bey, ömrü boyunca eğitim hizmetlerinde koşturduğu gibi kanser olduğunu anladıktan sonra devamlı olarak ölünceye kadar hep hayır konuştu ve gücünün yettiği kadar insanları hayra sevk etmeye gayret etti...

Afrika'da bir üniversitede okuyan Râci, bir Türk kolejinde de belletmen. Kendisini çok sevdirmiş. Bu kolejlerde ırk-din ayrımı olmadığı için Hıristiyan ailelerin de çocukları var.

Râci bir gün rahatsızlanır ve kaldırıldığı hastanede ameliyata alınır. Okulun idareci ve öğretmenleri, duyunca hastaneye gitmek için hemen hareket ederler. Öğrenciler de minibüse koşarlar. Fakat minibüs hepsini almaz. Geride kalanlardan bir Hıristiyan öğrencinin gözlerinden yağmur gibi yaşların döküldüğü görülür. Çünkü onun da ağabeyidir ve onlardan kopmaz bir parçadır.

Bu bana Kırgızistan'da cereyan eden bir olayı hatırlattı...

Bir gencimiz Kırgızistan'a gider. Hem bir üniversitede okuyacak hem de Türk kolejinde belletmenlik yapacaktır. Okulunu ve kolejdeki vazifesini hiç aksatmadan üniversiteyi bitirir ve yine Türk kolejinde bu sefer öğretmen olarak kalır. Bir gün alışveriş için gittiği pazar yerinde iki kişinin saldırısına uğrar. Sıkıştırıp parasını almak istemektedirler. Bir anda bir Kırgız delikanlısı bu iki eşkıyanın üzerine atılır ve onları kaçmaya mecbur eder. Sonra dönüp gelir ve öğretmenin yüzüne bakar: "Beni tanıdın mı ağabey?!" der. Sonra devam eder. "Elbette zor tanırsın... Seneler geçti. Ben kolejinizde öğrenciydim. Hasta oldum. Yurdun revirinde yatıyordum. Sen bana, ancak annemin davranabileceği bir şefkatle davranıyor, benimle ilgileniyor, elindeki bir bardak süt ile başucumdan ayrılmıyordun. Bunu hiç unutamıyorum. Okuldan atıldım; ama sizleri hiç hatırımdan çıkarmadım. Biraz önce saldırıya uğradığınızı görünce hemen tanıdım ve, 'Bu insanlara böyle bir şey revâ görülemez!' diyerek onlara karşı durdum." der...

Bunların bütün cihanı saracağı günlerin çok yakın olduğu kanaatını besliyorum.

Abdullah Aymaz, Zaman, 08.01.2007

30 Ocak 2007 Salı

Bir önden giden atlı; Adem Tatlı



Boğaza nazır pencereden guruba bakıyorum.

Güneş battı batıyor. Ufukta kızıllık gittikçe koyulaşıyor. Biraz sonra İstanbul semalarında "Sadây-ı Muhammedi" yankılanacak Herkes sürurla oruçlarını açacak. Bense gurubun, bütün insanların ruhunda burkuntu hasıl ettiği şu dakikalarda Adem öğretmeni düşünüyorum.

Biz birazdan oruçlunun birinci neşvesini tadacağız Adem öğretmen ise, ikinci, kalıcı ve ebedi neşvesini tattı. O, Rabbine kavuştu, Ebetler yurduna hakiki hicret diyarına göçtü. O bu sene Ramazana değil, Rahmana kavuştu. Hayatta olsaydı yine bir gurbet Ramazanı yaşayacaktı.

Ezan duymadan, ışıl ışıl mahyaları görmeden, arkadaşları ile teravih kılacaktı. Hanımı ile sahura kalkacak, yine mahallenin tek ışığı onların mütevazı evin penceresinden yayılacaktı şehrin o sakin sokağına.

O ilklerden, önden giden atlılardandı.

Bütün bir Asya'nın uçsuz bucaksız çöllerini geçti. Karlı dağlarını aştı, mavi göklerin ülkesine, Orhun abidelerine ulaştı. Çin seddine yaklaştı.

O günlerde Türk varlığı adına hiç bir şeye rastlamak mümkün değildi oralarda. Büyükelçiliğimiz bile çok sonraları açılmıştı. Pek çok emsali namsız nişansız, yiğitler gibi gittikleri ülkelerde ilk ve tektiler.

Her biri atlarını farklı ülkelere sürmüş, gittikleri ülkenin ümit kandilleri olmuşlardı. Kimilerini ünlü gezgin fotoğraf sanatçısı Arif Aşcı tarihi ipek yolu üstünde, Tanrı dağlarının eteklerinde Türk varlığı adına tek ışık olarak Narinde görüyordu. Kimilerini değerli dostum Şerif Ali Tekalan beyle Hazarın doğusunda Türkmen diyarında, öğrencilerine köyümün yağmurlarını söyletirken. Kimilerini de Göktürklerin Uygurların bir dönem at koşturdukları Orhun Abidelerinin civarında görüyorduk.

Adem Tatlı onlardan, o yiğitlerden birisiydi. Hepsi üç beş arkadaştılar.

Çok heyecanlıydılar. Önce bir okulla işe başlayacaklardı. Fakat bir türlü mana veremedikleri anlamsız engeller yollarını kesiyordu.

Necaşi'nin ülkesine gidenleri rahat bırakmadıkları gibi onları da rahat bırakmadılar. Ama sonunda başardılar. İzin çıktığı gün sevinçten uçacak gibiydiler. Harç kardılar, tuğla ördüler, badana yaptılar. Boğaziçi, Hacettepe mezunu öğretmenler bir işci, bir ırgat gibi çalıştılar. Prof. Dr. Mehmet Sağlam hoca bir Moğolistan ziyaretinde öğrencilerinin başında bulur onları. Yaklaşır usulca birisinin yanına ve sorar.

-"Kaç yıl oldu buraya geleli?",

-"11 yıl"

Hayli zaman oldu diye geçirdi içinden sordu.

-"Ne zaman döneceksin Türkiye'ye." Cevap kanını dondurdu Hoca'nın

-"Hocam biz dönmeye değil ölmeye geldik"

"Bittiğim andı, tüylerim diken diken oldu, utandım". Baktım hoca ağlıyordu.

Ve Adem öğretmen dönmedi dönemedi

Adanmış ruhlar asırlar önce bir dünya imparatorluğu kuran Cengiz Han'ın memleketinde bu defa sevgiden bir imparatorluk kurdular.

Atalarımızın uçsuz bucaksız bozkırlarında barınamadığı için küçük Asya'ya doğru göç etmek zorunda kaldıkları Büyük Asya topraklarına geriye döndüler. Çünkü oralar, onlar gibiler için bir hayal ülke bir ütopya ve bir idealdi.

Ergenekon destanın yazıldığı o topraklarda şimdilerde yeni bir destan yazılıyordu. Ergenekon, yuvadan çıkışın, ayrılığın, hasretin destanıydı. Adem öğretmenler ise yuvaya dönüşün vuslatın, kavuşmanın destandır.

İstiklal marşımızın okunduğu, bayrağımızın dalgalandığı okulun açıldığı ilk gün. Gül yüzünde güller açtı.

Ve Adem öğretmen dönmüyordu dönemiyordu.

-Bindikleri araba önce savruluyor toparlanamıyor ve devriliyor. Nefes almakta zorlanıyor "çok acım var" diyebiliyor o tatlı insan ambulans acı sirenler çalsa da nafile doktor çare değil artık tatlı insana. Derken dudaklar kıpırdıyor.

- "Beni buralara bu toraklara gömünüz" Belli ki o hep öğrencilerinin sesini duymak, kardelenleriyle birlikte olmak istiyordu. Sonra yavaş yavaş güzel gözleri kapanıyor. Annesi babası kardeşleri Türkiye'ye getirmek için ısrar ediyorlar. Onu köyünün topraklarında sanki kendi kucaklarında gibi hissedeceklerdi. Mezarının otlarını saçlarını okşar gibi seveceklerdi, ama olmadı köyünün yağmurlarında bir daha ıslanamadı

Hanımı, çok sevdiği eşinin son vasiyetini bağrına taş basarak yerine getirmekte ısrar etti.

O "beni Moğolistan topraklarına gömün" dedi. Kaç defa hanımına “Ben senden memnunum bunu orada O'nun huzurunda da söyleyeceğim” dedi. Hanımı da belli ki onu çok seviyordu taş bastı kendi bağrına ve vasiyetini yerine getirip bıraktı onu Moğolistan topraklarına. Fakat onun da son bir arzusu vardı. Gül yüzüne, gülen yüzüne son defa bakmak istiyordu. Usulca açtılar yüzünü -"Bu gülüyor bu yaşıyor uyandırın bunu" dedi inledi yalvardı ama kimseyi inandıramadı.

Kardelenler açmayacak, buzlar erimeyecek diye kim bilir kaç gece ağlamış, kaç gece uykusuz kalmıştı. Hele o ilk günler eline kuru bir ekmek parçası alıp, onu nerede bulabileceğini anlatmak için ne kadar uğraşmıştı önüne ilk gelen insana. Aylar geçiyor Türkiye'den bir şey gelmiyordu. 18 aydır maaş alamamıştı. İmkanlar olsa göndermezler mi diye düşündü. Hanımına “Sen elişi bir şeyler yap, satalım ben de taksi şoförlüğü yapayım" demiş, aylarca geçimini öyle sağlamıştı. Bir başka zaman büyük bir sıkıntıyı sessizce halletmişti. Kimse akıl sır erdirememişti. Sonradan anlaşıldı ki memleketindeki evini satmıştı.

Kaç defa koyunlarla ve keçilerle aynı uçaklarda yolculuk yaptı, kaç defa Moğolistan'ın uçsuz bucaksız steplerinde uçarken üzerine devrilen eşyaların altında kaldı.

Kaç defa binmeye yürek isteyen eski model uçaklarla toprak pistlere iniş yaptı. Kaç defa toprak pistten. Arkada toz duman bırakarak havalandı gökyüzüne..

Son Türkiye ye gelişinde bütün akrabalarını dolaşmış ve helalleşmişti. Kardelen çiçekleri de yanındaydı. Türkçe olimpiyatlarına katılacaklardı. Yarışmalarda büyük başarı elde etmişler finale kadar gelmişlerdi. Final gecesinde bir kardelen Nurullah Genç'in “YAĞMUR” şiirini enfes yorumlayınca Moğolistan gecenin gündemine oturuverdi. Meclis Başkanımız, içlerinde Adem öğretmenin de bulunduğu 5000 kişilik salonda eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarından söz etti.

"Bir büyükelçimiz tayin bekliyordu, benden de iyi bir yer olması konusunda yardım istiyordu. Bir haber var mı kabilinden bana uğradı. Ben de şaka olsun diye bir Moğolistan lafı dolaşıyor seninle ilgili deyince elindeki çay bardağı düştü. Benzi sapsarı kesildi. "Ben ne yaparım orada nasıl yaşarım, orası büyük mahrumiyet yeri" dedi. Bu kardeşlerimiz hiç çekinmeden büyük bir şevkle oralara gittiler. Bu bir destandır, bu bir fedakarlıktır."

Bu gül yüzlü yiğitler sevdadan atlarına binip gittiler ve dönmediler. Şimdi Altay dağlarından kopan hoyrat rüzgarlar kabrinin başında hüzünlü türküler söylüyor.

Artık toprak pistten kalkan uçaklar, ördüğün tuğla duvarlar, badana yaptığın, günler, ağladığın geceler hepsi geride kaldı.

Aylarca yanmayan elektrikler, akmayan sular, steplerin soğuğunda sınıflarda palto içinde titreye titreye ders verdiğin günler, koyunlarla ve keçilerle aynı kabinde yaptığın yolculuklar ve bize yadigar bıraktığın gül yüzlü çocuklar hepsi hepsi geride kaldı. Bir de Moğolistan Cumhurbaşkanı'nın senin için hazırladığı şeref madalyası o da oğluna teslim edildi.

Abideleri, yazıtları, dikili taşları ile bizlerden izler taşıyan o topraklarda görkemli bir iz de sen bıraktın. Şimdi bir abide gibi duruyorsun asude bir tepenin yamacında. Tatlı tatlı esen meltemler okşuyor kabrinin üstündeki otları bir de boynu bükük kardelenlerin. Sen, mavi gökler ülkesinin koyu lacivert gecelerinde bir çoban yıldızı gibi kutlu yolcuların umut fenerisin. Sen hayallerdesin, gönüllerdesin. Bilmiyorum sen nesin yoksa sen mahcup ve mütebessim bir melek misin?

Hâlâ atlar uçsuz bucaksız steplerde dört nala koşuyor ama hiçbiri önden giden atlılara asla yetişemiyor. Önden giden atlılar hep önde koşuyorlar.



Harun Tokak, Yeni Şafak, 15.10.2006

Çay Tiryakileri (Şehit Namzeti)

 

O Beyaz, Ben Siyahtım; Ama...



Bir önceki yazımda kendisinden bahsettiğim Tanzanya'da vefat eden Erkan Çağıl Bey için, iş ortağı Murat Yıldız Bey diyor ki:

"Vefatından bir ay önce bana okul bahçesinde bulunan iki ağacın ortasını göstermiş 'Burası serin, vefat edersem, beni buraya defnedin!' demişti."

İşte bu arzusu bir vasiyet kabul edilerek, Feza Türk Koleji bahçesinde gösterdiği iki ağacın ortasına defnedildi. Cenaze namazını eski Cumhurbaşkanı Ali Hasan Mwinyi kıldırdı. Savunma Bakanı Cuma Kapuya da namazda hazır bulundu ve "O beyazdı, ben siyahtım; ama o, renk olayını tamamen bitirmişti. Benim en büyük öğreticim oldu!.." diyerek ağladı. Bir siyahın bir beyaz için ağladığını görmek, câmideki insanları da ağlattı. Ayrıca okulda kılınan cenaze namazında da çok sayıda veli ve öğrenci hazır bulundu.

Feza Koleji İlkokul Müdürü Ali Demirbaş, "Kaza geçirdiklerinde, hastaneye götürdüğümüz sırada hep 'Estağfirullah... Rabb'im günahlarımı bağışla... Daha Tanzanya'da yapacak çok işimiz var Rabb'im!..' diyor ve o ölüm sancıları içinde dahi Tanzanya'yı düşünüyordu." diyor.

Kolejin muhasebecisi Mustafa Gülten diyor ki: "Kendisi vefat etmeden iki gün önce, ben refakatçisiydim. Gece dört sıralarında beni yanına çağırdı ve dört isteği olduğunu belirtti. Birincisi, vefat ettiğinde mezarının Tanzanya'da olmasıydı. Hatta bunun aksi olursa, hakkını helâl etmeyeceğini söyledi. İkincisi, vefat ettiğinde yerine ağabeyinin, işlere kaldığı yerden devam etmesiydi. Yani bayrağı devralmasını istiyordu. Üçüncüsü, eşinin Tanzanya'da kalmasıydı. Ama giderse, hakkını helâl edeceğini söyledi. Dördüncüsü, evlatlarının Tanzanya'da eğitim hayatlarına devam etmeleriydi. Ama dönerlerse hakkını helâl edeceğini belirtti."

Feza Koleji kimya öğretmeni Mustafa Tüysüzoğlu diyor ki: "Ölmeden bir gün önce bana 'Dolapta zemzem var, biraz verir misin?' demişti. Ben doktorlar yasakladığı için bu isteğini yerine getiremedim. Vefatından sonra bu vicdan azabını taşıyamayıp vakıf menajerimiz Alptekin Aksoy ağabeyimize gidip meseleyi anlattım. Bana, o dolapta aslında zemzem olmadığını, muhtemelen o zemzemi, meleklerin kendisine ikram ettiğini söyledi. Bu sözden sonra rahatladım... İkinci olarak ben ve ortağı Murat ağabey, en az yirmi defa Erkan Bey'in 'Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir!' dediğine şâhit olduk... Sanki meleklerle bir sohbette ders yapıyorlardı!.."

Kolejin Türkçe öğretmeni Nazif Yalçın diyor ki: "Erkan ağabeyimizi vefat ettikten sonra, gece rüyamda şöyle gördüm: Erkan ve Murat ağabeyle beraber üçümüz okulun bahçesindeydik. Erkan ağabeyimizin etrafında öğrenciler sürekli dönüyorlardı. O da onlara sürekli tebessüm ediyordu. Daha sonra onu mezarına bırakacaktık; birden o çukur bembeyaz nurlar saçmaya başladı."

Kolejin bilgisayar öğretmeninin eşi Ezel Kutlu Hanım diyor ki: "Erkan ağabeyimiz defnedileceği gün ben de orada olmak istedim. Erkan ağabeyimizi daha önce yakından görmediğim için yüzünü net olarak bilmiyordum. Erkan ağabeyin gömülme işlemleri yapılırken mezarı yanında sürekli ortalarda gezen ve üzerinde beyaz, uzun bir elbise bulunan ve bembeyaz parlayan bir insana gözüm takıldı. Sürekli insanlara tebessüm ediyordu... Ben cenazeyi unutup bu beyaz elbiseli adama dikkat kesildim. Mezarın üstüne toprak örtülürken geldi ve toprağın örtülüşünü izledi. Tam dua sırasında, gözümden kayboldu... Ayrıca dikkatimi bir husus daha çekti. O esnada, bütün beyaz leylekler havalanmıştı ve sadece bir tane leylek mezarın hemen yanı başında belirivermişti!.. Defin işlemlerinden sonra eşim fotoğraflarını bilgisayara aktarırken, Erkan ağabeyin daha önce çekilen fotoğrafını bana gösterdiğinde tüylerim diken diken olmuştu. Çünkü o ortalarda tebessüm ederek dolaşan uzun beyaz elbiseli adam Erkan ağabeyin tâ kendisiydi."

Yüz akımız bütün öğretmenlere ve esnaflara, bilhassa Erkan-Arzu Çağıl ailesine selam ve dualar...

Abdullah Aymaz, Zaman, 29.01.2007


Çağıldayan destanlardan

Aslen Erzurumlu olan Erkan Çağıl, 2001 yılında Tanzanya'ya gelmiş ve âdeta âşık olmuştu. Toprağı Tanzanya'dan alınmış olsa gerek, merhum döndü dolaştı yine bu topraklara geldi.

Tanzanya'daki Feza Koleji Müdürü İbrahim Bıçakçı'ya, Tanzanya'ya tekrar gelmek istediğini söylediğinde, o da Tanzanya ile ilgili bildiklerini kendisine anlattı. O, söylenen her cümleden sonra Tanzanya'ya daha bir bağlanıyordu...

Erkan Bey, bu duygularla Türkiye'ye döndü. 2005 senesinde Tanzanya'ya iki defa daha ziyarette bulunduktan sonra, hasretine bir nokta koydu ve Tanzanya'dan dönmemek üzere hicrete karar verdi.

Türkiye'deki iş ortağı ve arkadaşı Murat Yıldız'a "Var mısın Tanzanya'ya hicrete?!.." dedi. O da hiç tereddüt etmeden "Varım" diyerek teklifini kabul etti... Onlar birbirleriyle kardeş gibiydiler, birbirlerini kıramazlardı... Zaten Erkan Bey, bu meseleye o kadar inanmıştı ki, her şeyden vazgeçip, İstanbul'daki kurulu düzenini, Tanzanya'daki siyah incileri için fedâ etmişti. Böyle güzel bir teklife arkadaşı Murat Bey nasıl "Hayır!" diyebilir, Erkan'ı nasıl kırabilirdi?.. Tam bu sırada Erkan Bey'in annesi vefat etti. Onun cenazesiyle ilgilenmek için bir hafta Türkiye'de kalmak zorundaydı. O bir hafta onun için o kadar zor geçti ki... Tanzanya'ya gidemeden vefat edeceğinden korkuyordu. Bir yanda annesine karşı yapacağı son görevi, bir yanda da onu bekleyen siyah incileri vardı... Bu vefat onu hicretten vazgeçiremezdi.

Arkadaşlarıyla hemen Tanzanya'ya gelip işlerini kurmaya başladılar. Ortakları Kemal Bey, Arusha şehrinde maden ocağı açtı...

Erkan Bey, Tanzanya'da ben bu insanlar için neler yapabilirim, diye düşünüyordu. Başşehir Dârü's-Selam'ın sokaklarında gezerken bu şehirde câmilerin çok az olduğunu fark etti. Ülkenin yüzde altmışı Müslüman'dı; ama koca şehirde bir tek büyük câmi yoktu. Onun için Erkan Bey, Dârü's-Selâm'da aynı anda yirmi bin insanın, Rabbülâlemin'in huzurunda başlarını secdeye koyacakları büyük bir câminin yapılmasını, plânına koydu. Sonra Tanzanya'daki Türk okullarına baktı, lise, ortaokul, ilkokul, hatta anaokulu bile vardı; fakat bir üniversitemiz yoktu... Demek ikinci ihtiyaç bu idi. Onun için hayalinde, büyük bir câmi ile bir üniversiteyi planlamıştı...Bu planlarını ortakları Murat ve Kemal beylere de açmıştı. Onlar da kabul etmişti...

Ailesiyle beraber yerleştikleri bu güzel Afrika ülkesinde açtıkları maden ocakları ve araba servisleri güzel işliyordu. İşleri iyi gidiyordu... Yaşayışlarıyla yerli halka numûne oluyorlardı. Nezaketlerinin inceliklerine şahit olan gayrimüslim Tanzanyalı üç tane siyah inci "Sizin dininiz şefkat dini olmalı. Biz tarih boyunca, beyaz ellerden tokat yedik. Ama siz o beyaz ellerinizle bize selam veriyor ve başımızı okşuyorsunuz. Dininizi bize de öğretin; biz de sizin gibi yaşamak istiyoruz!.." deyip onlar gibi olmayı tercih etmişlerdi.

İşte böyle güzellikler içinde dokuz ay geçmişti. Zaman ve mekân olarak gülistana dönen bu dokuz ayın sonunda yeni bir okul arazisi bakmak için gittikleri yolun dönüşünde Erkan Bey, içinde bulunduğu arabanın trafik kazası yapması neticesi ağır yaralanmış ve hastaneye yoğun bakıma kaldırılmıştı. Hastanede kaldığı sekiz gün boyunca, kendisini ziyarete gelenlere Tanzanya için yola devam etmelerini vasiyet etmişti. Kimler ziyarete gelmemişti ki? Devletin üst kademelerinden idareciler, bürokratlar, gönül dostları, öğretmenler, uğurlarında ölümü göze aldığı, onun güzel Tanzanya'sının siyah incileri... Ve bir pazartesi sabahı saat 09.45'te ruhunu Rahman'a teslim etti. Allah rahmet eylesin...

Abdullah Aymaz, Zaman, 28.01.2007