3 Şubat 2007 Cumartesi

Afrika'da yaşananlar

Merhum Erkan Çağıl, Tanzanya'nın başşehri Darü's-Selam'a, eğitime adanmışlar gibi hicret etmişti. Orada ticaretle meşgul oluyor ve eğitim gayretlerine destek oluyordu. Oralarda ağır bir trafik kazası geçirdi ve vefatından evvel de vasiyetini şöyle bildirdi: "Beni buraya defnedin... Türkiye'ye götürmeyin. (Çünkü hicret böyle tam olacaktı.)

Evim burada olsun; eşim burada kalsın, oğlum burada okusun. Arkadaşlarımla olan ticari ortaklığım devam etsin. Kardeşim Türkiye'den buraya hicret edip işlerimin başına geçsin.
" Öğrendiğime göre, Allah razı olsun kardeşi de merhum Erkan Bey'in arzusunu yerine getirmek için harekete geçmiş...

Bu vasiyet benim hatırıma, Danirmarka'da vefat edip oraya gömülmeyi vasiyet eden Sarı Saltuk'umuz Özcan Bey'i hatırıma getirdi... Hepsine Allah rahmet eylesin ve hepsinden de râzı olsun...

Erkan Bey'in vasiyeti yerine getirildi. Cenazesine Darü's-Selam'ın en üst seviyesinden insanlar ve Türk okulunun öğretmen ve öğrencileri katıldı. İstisnâsız hepsi de ardından gözyaşı döküyorlardı... Aynen Danimarka'da Türklerle beraber Danimarkalı idareci ve öğrencilerin de Özcan Bey'e ağlayıp üzüldükleri gibi... Çünkü Özcan Bey, ömrü boyunca eğitim hizmetlerinde koşturduğu gibi kanser olduğunu anladıktan sonra devamlı olarak ölünceye kadar hep hayır konuştu ve gücünün yettiği kadar insanları hayra sevk etmeye gayret etti...

Afrika'da bir üniversitede okuyan Râci, bir Türk kolejinde de belletmen. Kendisini çok sevdirmiş. Bu kolejlerde ırk-din ayrımı olmadığı için Hıristiyan ailelerin de çocukları var.

Râci bir gün rahatsızlanır ve kaldırıldığı hastanede ameliyata alınır. Okulun idareci ve öğretmenleri, duyunca hastaneye gitmek için hemen hareket ederler. Öğrenciler de minibüse koşarlar. Fakat minibüs hepsini almaz. Geride kalanlardan bir Hıristiyan öğrencinin gözlerinden yağmur gibi yaşların döküldüğü görülür. Çünkü onun da ağabeyidir ve onlardan kopmaz bir parçadır.

Bu bana Kırgızistan'da cereyan eden bir olayı hatırlattı...

Bir gencimiz Kırgızistan'a gider. Hem bir üniversitede okuyacak hem de Türk kolejinde belletmenlik yapacaktır. Okulunu ve kolejdeki vazifesini hiç aksatmadan üniversiteyi bitirir ve yine Türk kolejinde bu sefer öğretmen olarak kalır. Bir gün alışveriş için gittiği pazar yerinde iki kişinin saldırısına uğrar. Sıkıştırıp parasını almak istemektedirler. Bir anda bir Kırgız delikanlısı bu iki eşkıyanın üzerine atılır ve onları kaçmaya mecbur eder. Sonra dönüp gelir ve öğretmenin yüzüne bakar: "Beni tanıdın mı ağabey?!" der. Sonra devam eder. "Elbette zor tanırsın... Seneler geçti. Ben kolejinizde öğrenciydim. Hasta oldum. Yurdun revirinde yatıyordum. Sen bana, ancak annemin davranabileceği bir şefkatle davranıyor, benimle ilgileniyor, elindeki bir bardak süt ile başucumdan ayrılmıyordun. Bunu hiç unutamıyorum. Okuldan atıldım; ama sizleri hiç hatırımdan çıkarmadım. Biraz önce saldırıya uğradığınızı görünce hemen tanıdım ve, 'Bu insanlara böyle bir şey revâ görülemez!' diyerek onlara karşı durdum." der...

Bunların bütün cihanı saracağı günlerin çok yakın olduğu kanaatını besliyorum.

Abdullah Aymaz, Zaman, 08.01.2007

Hiç yorum yok: