5 Şubat 2007 Pazartesi

Bir Kınalı Küheylan

Koşarken tırnaklarıyla kıvılcımlar saçan…
küheylanlara da yemin ederim ki…
Kur'an:100/2

Önden giden atlılar…

Birkaç ay önce sizlerle ilk buluştuğumuz yazı. Moğolistan'daki Türk Okullarının Genel Müdürü, fedakar öğretmenimiz Adem Tatlı'nın aramızdan uçup gitmesi vesilesi ile kaleme almıştık. Ben ona ve onun gibi, bayrağımızı gurbet ellerde dalgalandıran yiğitlerimize, Şair Osman Sarı'dan esinlenerek “önden giden atlılar” diyorum…

Bir grup adanmışlar topluluğu onlar.

Geride toz duman bırakarak, geceleri kıvılcımlar saçarak durmadan koşarlar. Kendilerini bütün bir insanlığa adamışlardır.

Ne büyük fedakârlıklar yaptıklarını düşünürdüm de gözlerim dolu dolu olurdu ama bu hislerin başka gönüllerde nasıl yankılandığını pek bilmezdim. Tâ ki geçen gün bana ulaşan görüntüleri izleyinceye kadar.

Elazığlı iş adamları, “önden giden atlılar” adında bir gece düzenlemişler. Geceden çekilen görüntülerden, gurbetteki küheylanların anne-babalarını izledim, içten gelen sözleri dinledim. Asıl en büyük fedakârlığın, bu isimsiz kahramanlara ait olduğunu fark ettim. Kim bilir evlatları için ne hayaller kurmuşlardı. En çok ihtiyaç duydukları zamanda, bağırlarına taş basarak uğurlamışlardı evlatlarını, adını bile ilk defa duydukları ülkelere.

Okul sırası taşırken merdivenlerden düşüp şehit olan küheylanımız, Cengiz Demirel'in anne babası da oradaydı. Koşarken çatlayan bu küheylanın mezarı Harput'un yamaçlarındadır.

Bir küheylan yere düşerken, bin küheylan yola düşer o gece Harput diyarından.

Bu anne-babalar, küheylanlarını kınalayıp, önden giden atlılara katıyorlar.

İşte o gecenin ve o kutlu kervana adanan bir kınalı küheylanın öyküsü daha:

“9 Aralık Cumartesi akşamı ELGİAD'ın, Elazığ'dan beş kıtaya, 'ÖNDEN GİDEN ATLILAR' programının davetiyesini aldım. Bir dostum aracılığı ile gelen davete icabet etmekte tereddüt ettim. İşin doğrusu programın ne olduğunu anlayamadım. Bu program neyin nesidir? diye sorduğum dostlarım da bilmediklerini söylediler. Merak ettim, işimi gücümü bırakıp eşimle birlikte hasta halimle programı izlemeye gittim.

Kalabalığı görünce merakım iyice arttı. Bir köşeye oturup beklemeye başladık. Elazığ'ın ne kadar tanınmış işadamı ve siması varsa oradaydı. Rengârenk bir korodan İstiklal Marşımızı dinlerken tüylerim diken diken oldu. Siyah, sarı, beyaz, çekik gözlü envai çeşit milletten çocuklar hem Türkçe konuşuyorlar hem de marşımızı bizimle birlikte en içten nağmelerle söylüyorlardı.

Daha ilk anda şoka girmiştim. Eşim iki de bir ikaz ederek beni sakinleştirmeye çalışıyordu ama nafile… Bundan sonraki fasıl dünyalara değerdi. Necip Fazıl, S. Hakim Arvasi'yi gördüğü ânı 'zaman donacak kadar güzeldi' diye tarif eder. Bulunmaz ve yaşanmaz bir ân olduğunu böyle anlatır.

Daha sonra sahneye Anne ve Babalar çıktı… Kimi ABD, kimi Endenozya, kimi Meksika, kimi Afrika ve Bakü'den olmak üzere internet üzerinden yapılan bağlantı ile izlettirilen görüntüler beni hayallerimin ötesine götürdü… Meğer internetten izlediğimiz öğretmenler, bu ülkelerdeki Türk Kolejleri'nde görev yapan Gakkoş öğretmenlerimiz, sahnedeki anne-babaların gurbetteki evlatlarıymış… Kimi 5, kimi 7 senedir gurbetteymiş. İnsanlığın huzur için çıktıkları yolculukta, oralarda da dilimizi konuşarak, bayrağımızı dalgalandırarak bize selam yolluyorlar.

Onlar ekranda konuşurken sahnedeki analar iki göz iki çeşme ağlıyor, biz de bu âna, yani tarihe tanıklık ediyorduk. İşte o an yüreğim daraldı, utancımdan yüzüm kızardı. Başım öne düştü. Ağlıyorum ama başkalarının ağladığı bu mukaddes tabloya değil, utancımdan ağlıyordum. Çünkü 2 ay önce yeğenim evime biraz daha yakın olsun diye bir milletvekilimizden aracı olmasını istemiştim…

Ya şimdi… Uçakla bile 10-12 saatle gidilebilecek yerlerde benim aslan gakkoşlarım, insanlık için bayrak bayrak dalgalanıyormuş da haberim yokmuş. Ya o anne-babalar…! Hepsinin ellerinden öpüyorum.

Hele en son çıkan şehit öğretmenin ailesi vardı ya… Bittiğim andı. Kazakistan'da öğretmenlik yaptığı okulda sıra taşırken merdivenden kayarak sıraların altında kalan şehit gakkoş! Yanlış hatırlamıyorsam adı Cengiz Demirel'di. Ekrana Harput'taki mezarının görüntüleri yansıdı. Benim Harput'umun bağrına ekilmiş bir sümbül gibi gülümsüyordu…

Dilim tutuldu, inanın böyle bir hizmetten haberim yoktu. Herkesi kendim gibi zannediyor, kendi telaşında diye düşünüyordum. ELGİAD'ın gecesi (söylemezsem haksızlık olur) benim kırılma noktamdır. Laf üretenlerle iş üretenlerin, Sera ve Süreyya misali farkını gördüğüm andır.

Dini, dili bizden olmayan gurbet ellere evlatlarını feda edenlerle, köyden merkezdeki bir okula yeğenini aldırmak için uğraş veren benim gibiler, hakkımız olmadığı halde aynı salonu paylaşıyorduk.

Geceyi düzenleyenler çok anlamlı bir güzellik daha yaptılar; her aileye oğlunu temsilen bayrak verdiler ve dediler ki: “Evladınızı size hatırlatacak daha kutsal bir şey bulamadık. Kimi karlı dağlarda, kimi kızıl çöllerde Nazlı Hilâl gibi dalgalanıyor onlar. Mukaddes hilâlimizi en şerefli biçimde temsil ediyorlar. Onları ancak böyle hatırlatabiliriz” diyerek, al bayrağımı öperek anaların mübarek ellerine bıraktılar.

Beni davet eden arkadaşıma da teşekkürler. İyi ki gelmişim önden giden atlıları görmeye…

Onlara buradan bir müjde vermek isterim. Bunu da bir hediye olarak kabul etsinler. Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde onları bir atlı daha bekliyor. Bir oğlum var, herhangi bir Türk Koleji'ne kabul ederlerse, -asil soyum adına- onunla iftihar edeceğim.

Gayret edin!

Sadece bir bayrak değil, bin bayrak daha dalgalanmak için rüzgar bekliyor.”

İbrahim Öztürk / Elazığ Böyle bir geceyi ilk defa izleyen İbrahim Beyin duyguları…

Ne demiş değerli sanatçı Ersen, “Kuzey'in gardaşları varsa, Erzurum'un da dadaşları var”. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Elazığ'ın da gakkoşları vardır. Anadolu aslanlar otağıdır.

Aksanları ayrı da olsa, aslanların kükreyişleri hep aynıdır.



 Harun Tokak, Yeni Şafak, 14.01.2007

Hiç yorum yok: