9 Eylül 2007 Pazar

Babrak Karmal'ın elinden tutulsaydı

Afganistan'a Sovyet ordusunu davet eden Babrak Karmal'ın sınıf arkadaşı olan bir kardiyoloğumuz diyor ki: "Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1952 ve 1954 yıllarında Babrak Karmal ile beraber okuyorduk.

Fakat onun bursu kesilince ortada kaldı. Sağa sola başvurdu, hiçbir maddi destek bulamadı. Bir tek el uzatan olmadı. En son Rus Konsolosluğu'nun burs verdiğini öğrenince oraya başvurdu. Onlar kendisine,

"Burs veririz ama bir şartımız var. Ankara'da tıpta değil; Moskova'da uluslararası ilişkilerde okuyacaksın."
derler. O da çaresizlikten kabul edip, dedikleri fakülteye gider. İstedikleri tipte kendisini yetiştirdikten sonra, onu geriye ülkesi Afganistan'a gönderirler... Gün gelir merdivenin basamaklarından yüksele yüksele, 1979'da zirveye ulaşır. Zamanı geldiğine inandıkları anda düğmeye basarlar ve onun beklenilen davetiyle Afganistan'a girerler. Evet bir zamanlar Mevlânâ'ları yetiştiren Afganistan'da bakın artık durum ne hâle geldi. Ama ey Anadolu'nun fedakârları şimdi sizin verdiğiniz burslar çoktan oralara ulaştı ve bir umut ışığı oldular...

Kazakistan'da sizin açtığınız kolejlerden yetişip işadamı olan öğrencileriniz bir araya gelip aralarında 500 bin dolar topladılar 4.800 metrekarelik bir arsa üzerinde bir kız yurdu yaptırdılar. Bu arada birisi de 68 dolar getirdi ve,

"Bunu anneannem emekli maaşından size gönderdi."
dedi.

Sizi model aldılar ve güzelliklere güzellikler kattılar. Evet onlar 80 seneyi 15 senede kat ettiler...

Siz artık dünyanın her yerinde gayretlerinizin semerelerini bol bol görebilirsiniz.

Azerbaycan'da Gülistan Sarayı'nda, Amerika'da, Japonya'da ve Kanada'da üniversite bitirmiş ve doktorasını tamamlamış 27 öğrenci yani sizin kolejlerinizden mezun olmuş genç, birer birer kalkıp kendilerini tanıttılar. İşlerini ve konumlarını öğrenen herkes şaşırdı ve,

"Şimdi biz bu Türk kolejlerinin önemini daha iyi anladık"
dediler. Evet evlatlarının bu konuma gelmeleri sıradan bir şey değil...

Türkmenistan'da bir Türkmen genç cinayetten hapse giriyor. Ailesi dağılıyor. Tek başına kalan annesi, oğluna yemek getiriyor. Mahkûm, yemek kabına sarılan Zaman gazetesinin bir yazısına takılıyor. Annesine,

"Ne olur, bu gazeteden ne kadar varsa bana getir."
diyor. Kadıncağız da 700 kilometre uzaktan gazetenin merkezi olan Aşkabat'a gidip, temsilcimizle görüşüyor. Oradaki arkadaşımız da Türkmence çıkan bütün Zaman gazetesi nüshalarından birer tane kendisine veriyor. Hapishaneye oğluna ulaştırınca, hepsini dikkatle okuyor. Davranışlarında, konuşmalarda güzel bir gelişme meydana gelince, diğer mahkûmlar da etrafında toplanıyor. Onlara da iyilikte rehber oluyor. Hapishane müdürü durumu Türkmenbaşı'na rapor ediyor. O da çıkardığı bir af ile onu serbest bıraktırıyor. Yani 7 sene önce mahkûmiyet bitmiş oluyor. Evine gelince annesi,
"Çok iyi ama, ah evladım, şimdi yanımızda gelinim ve torunlarım da olsaydı"
diyor. Oğlu,
"Anne bana bir saat mühlet ver!"
diyor. Hemen hanımına gidip onu ikna ederek çocukları ile evine getiriyor. Daha sonra da teşekkür için Aşkabat'taki Zaman merkezine geliyor...

Bütün bunlar herhalde bizlere bir şeyler anlatıyordur.


Abdullah Aymaz, 09 Eylül 2007, Pazar

Hiç yorum yok: