27 Eylül 2007 Perşembe

Suşehri Nire, Bangkok Nire

64 katlı Labua State Residence'ın 36. katındaki daireden, şehri ikiye bölen Chao Praya nehrindeki hareketli trafiği gözlemlemeye çalışıyorum.

Gün öğleyi devirmiş olmasına rağmen trafik bir hayli yoğun. Nehrin iki tarafında yer alan iskelelere, mavnaların biri yanaşırken diğeri ayrılıyor. Yolcu gemilerini, turistik vapurları ve küçük kanoları saymakta zorlanıyorum. Bir ara gözüme yeşil kubbeli bir yapı ilişiyor. Ev sahibimize, burasının ne olduğunu soruyorum. "Burası çevremizde bulunan dört camiden birisi ve en eskisi" diyor. Burası, "Melekler Şehri" anlamındaki Bangkok. Ev sahibimiz, burada ticaret yapan 50-60 civarındaki işadamından birisi. Masanın üzerindeki envai çeşit tropikal meyvelerden tatmadan önce kendisine nereli olduğunu soruyorum.

"Suşehri" cevabını veriyor. İçimden,

"Suşehri nire, Bangkok nire ?" diye geçiriyorum.
Cengiz Bey'e, bu "Melekler Şehri" nde diğer "melek-misal" Türk işadamlarıyla birlikte ne alıp ne sattıklarını soruyorum.
"Ağırlıklı olarak hediyelik eşya, özellikle gümüş takılar" diyor.
İlk etapta aklıma, buralarda ucuz emek gücüyle imalat yaptırıp, Türkiye'ye satmaları geliyor. Ne var ki ticaret hacimleri içerisinde Türkiye piyasasının küçük bir yer teşkil ettiğini, Bangkok'taki diğer işadamlarıyla birlikte, Avrupa ülkeleri de dâhil olmak üzere dünyanın birçok ülkesine ihracat yaptıklarını sevinçle ve iftiharla öğreniyorum. Cengiz Bey, arkadaşlarıyla birlikte "Thai-Turkish Businessmen Association"ı kurduklarını ve Türkiye ile ticaret hacmini artırmaya çalıştıklarını, kısa zamanda büyük mesafe aldıklarını, ülkede faaliyet gösteren Türk okullarının Taylandlılar arasında gördüğü ilgiyi, kendi çocukları için de ayrıca paha biçilmez bir manevi-kültürel sığınak olduğunu heyecanla anlatıyor.

Beraberimizdeki diğer dostlar bir ara,
"Ağabey buraları boş verelim de, biraz Türkiye'ye bakalım. Ne oluyor? 22 Temmuz
seçim sonuçlarını hazmedemeyen kimi çevreler Cumhurbaşkanlığı seçimini bir kaosa
dönüştürmeye muvaffak olabilecekler mi acaba?" diyor.
"Sanmıyorum" diyorum ve meşhur espri çerçevesinde görüşlerimi dile getiriyorum:
"Mahallenin yaramaz çocukları, son elli yılda defalarca hac yolundaki kaplumbağayı ters çevirerek yolundan alıkoymaya muvaffak oldular. Ama umarım bu defa başaramayacaklar. Kaplumbağa birtakım darbeler alsa da yoluna devam edecek. Sakın ha, sizin şevkiniz ve azminiz kırılmasın."
Gözüm tekrar Chao Praya nehrindeki hareketliliğe ve şehrin siluetini teşkil eden gökdelenlere takılıyor ve gönlüm iki müstesna Zat'a karşı minnet ve şükran duygularıyla dolup taşıyor:

Mütevazı Anadolu insanının maddi-manevi potansiyelini harekete geçirip,
gönüllerinde bir çerağ yakarak, insanlığı kucaklayan bir barış projesi çıkartan
"Ali himmet, engin gönül ve derin feraset" sahibi M. Fethullah Gülen'e ve
Merhum, "Demokrat, Sivil ve Dindar Cumhurbaşkanı" Turgut Özal'a.


Evet, size "Suşehri nire, Bangkok nire?" dedirtecek, o kadar çok cesur işadamı var ki bölgede? Siz onları, renkli medyanın magazin sayfalarında, 'cemiyet haberleri' köşelerinde ve ihale takiplerinde göremezsiniz. Onlar zamanımızın, "Ahiyan-ı Rum"u. Onlar, ülkemizden uzaklarda ama hem ülkemiz hem de insanlık için çalışmaya azimle devam ediyorlar. Onların himmet ve gayreti dünyaya sulh ve sükûn getirecek.

Yeter ki,
"mahallenin yaramazları" Cengiz'lerin, Uğur'ların, Zafer'lerin, Yılmaz'ların ve daha nicelerinin şevkini kırmasın.
Cemal Uşşak, 8 Eylül 2007 Cumartesi, Bugün

23 Eylül 2007 Pazar

Fethullah Hoca'nın 'misyonerleri' neyin peşinde?

Mahmut Övür
Bir süre önce Kenya ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ni kapsayan bir geziye katıldım. Yola çıkarken kafamda tek bir soru vardı: Dünyanın dört bir yanına yayılan hatta adını ilk kez duyduğumuz ülkelerde açılan Türk okulları ne amaçla açılıyor?

Aslında bu soru Türkiye'de pek çok insanın kafasını karıştırıyor.

Şüphe ile bakanlar da samimiyetle olayı anlamaya çalışanlar da bu sorunun cevabını merak ediyor.

Çünkü, Sibirya'dan Kamboçya'ya, Arjantin'den Angola'ya, onlarca ülkede bir 'derviş sabrı' ile çalışmak ve hiçbir beklenti olmadan bunu yapmak dışarıdan bakanlar için anlaşılabilir bir durum değil.

Afrika'nın iki ülkesi, Kenya ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne işte bu merakla gittim.

İlk durağımız Kenya'nın başkenti Nairobi'ydi.

Nairobi'deki Türk Okulu'nun müdürü Mehmet Yavuzlar bizi karşıladı.

Okulun adı, Light Akademi. İlkokulda 240, lisede ise 300 öğrenci okuyor. On yıldır orada eğitim veren Türk okulu, başarı sıralamasında Kenya'daki tüm okullar arasındaki 7. sırayı alarak inanılmaz bir başarıya imza atmış.

Okula ulaştığımızda güzel bir sürprizle karşılaşıyoruz.

Geniş bir salonun ortasında 4 zenci kız öğrenci. Önce herkesi Türkçe selamlıyorlar. Sonra da Mahsun Kırmızıgül'den bir şarkı söylüyorlar:

'Hepimiz kardeşiz.' Bununla yetinmiyor bir de Sezen Aksu'dan 'Firuze' yi söylüyorlar...

Düşünsenize, Kenya'nın başkenti Nairobi'de Sezen Aksu, Mahsun Kırmızıgül söyleyen zenci çocuklar... Herkes etkileniyor.

Ama bu okulları, o ülkelerde etkili kılan sadece bunlar değil. İşin sırrı başka.

Bir gece Nairobi'de kaldıktan sonra Güney Afrika Cumhuriyeti'ne geçiyoruz.

Güney Afrika Cumhuriyeti birkaç açıdan ilginç bir ülke.

Nüfusu 44 milyon. Kişi başına milli gelir 10 bin dolar. Yönetim şekli çok farklı. Üç başkenti var. Birbirlerine yakın da olsa yasama, yürütme ve yargı ayrı ayrı kentlerde. Ve 9 eyaletten oluşuyor. Belki de en ilginci 11 resmi dilin olması. Özellikle okullarda biri İngilizce olmak üzere iki dil mecburi okutuluyor.

Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Johannesburg, Durban ve Cape Town kentlerinde Türk okulları var. Tek tek hepsini geziyoruz. Her birinin ilginç kuruluş öyküleri ve ülke çapında ciddi başarıları var. Kimi matematik, kimi kimya, kimi fizik olimpiyatında birincilik kazanmış. O okulları cazip kılan yanlardan biri de bu.

Bugün Afrika'nın 30 ülkesinde 53 Türk okulu eğitim veriyor.

Peki büyük çoğunluğu Hıristiyan olan bu ülkelerin vatandaşları neden çocuklarını Türk okullarında okutuyor?

Bu sorunun iki cevabı var: Birincisi okulların ülke çapındaki başarısı, ikincisi ise ahlaki değerler...

AIDS'in kol gezdiği, kötü alışkanlıkların yaygın olduğu Afrika ülkelerinde bu okulların güven vermesi doğal.

Şimdi gelelim başta sorduğumuz soruya.

Acaba dünyanın dört bir yayına yayılan Türk okulları neyin peşinde?

Bu okullar öğrencileri Müslüman yapmaya çalışan birer 'misyonerlik' merkezi mi, yoksa Türk propagandası mı yapıyor?

Önce kısa bir tespit yapalım:

Fethullah Gülen Hoca'nın okullarında eğitim veren öğretmenlerin büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyor. Hepsi de ODTÜ ve Boğaziçi gibi en iyi üniversitelerden mezun.

Türkiye'nin dört bir yanından gelen bu öğretmenler hiç tanımadıkları ülkelerde binlerce öğrenciyi eğitmek için inanılmaz bir çabaya imza atıyor.

Çoğuyla uzun uzun konuştum.

Tarık Şen, İlhami Demirtaş, Tufan Aydın, Tahsin Tümer, Tarık İmre gibi orada karşılaştığım her yönetici veya öğretmenin o ülkelerde 'iyi insan' olmak ekseninde iki şeye, 'Türkiye ve modern Müslüman' imajı yaratmaya hizmet ettiklerini gördüm:

Tıpkı ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov'ın dediği gibi:

'Bu okullarda din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın insanlık sevgisi üzerine eğitim yapılıyor.'


Mahmut Övür, 18 Şubat 2007 Pazar, Sabah


9 Eylül 2007 Pazar

'Kilometrelerce uzaktan Madagaskar'a gelmişsiniz...'

Ökkeş Özgüven öğretmen, Madagaskar'dan öğrencisi Raveloson Andrisoa Fitiavana ile Almanya'ya gelirken okul aile birliğinden bir öğrencinin annesiyle beraber yola çıkıyorlar. Hanımefendi, ticaretle uğraşıyor. Eşi de ülkenin elit tabakasından büyük bir müteahhit...

Onları Almanya'da evinde, eğitim hizmetlerine destek veren bir insanımız misafir ediyor. Ökkeş öğretmenle ev sahibi bir ara çok samimi şekilde muhabbete dalıp gidiyorlar. Bir müddet onları seyreden Madagaskarlı hanımefendinin dikkatini çekiyor; sanki şoke oluyor ve hocaya,

"Siz gerçekten ilk defa mı karşılaşıyorsunuz?"
diye soruyor. O, "evet" deyince,
"Öyle samimi bir sohbetiniz var ki; sanki yıllardır birbirinizi tanıyorsunuz da hatıraları konuşuyor gibisiniz!"
diyor. Bir gün sonra hanımefendinin Paris'e dönmesi gerekiyor. Çünkü oradaki işini görüp ülkesine öyle dönecek. Uçak biletinde ekstra bir ödeme gerekiyor. Yüz Euro gibi bir farkı ona hissettirmeden ödemek istiyorlar. O bunu fark edince hemen itiraz ediyor;
"Olmaz... Siz beni bilmiyorsunuz ki? Bu fazla... Kabul edemem."
Ona,
"Siz bizim misafirimizsiniz, başımızın tacımızsınız. Ne olur kabul edin."
diye çok içten bir istekte bulunuyorlar. O kabullenmekte zorlansa da bu samimiyet ve bu sıcak ilgiden dolayı çok seviniyor. Memnun bir şekilde ayrılıyor.

İngilizce öğretmeni Ökkeş Bey:

"Öğretmenler olarak bütün öğrencileri ve ailelerini yakından tanıyıp tanışmak için evlerinde ziyaret ettik... Çoğu Hıristiyan, buna rağmen bizim Müslüman olduğumuzu bildikleri için, bizim için özel helâl et alıp yemek yaptıklarını gördük. Bir aile yaş pasta yapıp üzerine, "Evimize hoş geldiniz" diye yazmışlar. Kurban Bayramı'nda et dağıtıyorduk... Yağmur da iyi yağıyordu. Öğrencilerimizden birisinin ailesi de bizimle beraber dağıtmak istedi. Biz, "Islanacaksınız; lütfen içeri geçin!" diye ısrarımıza rağmen, "Siz kilometrelerce uzaktan buralara gelip bu fedakârlığı yapıyorsunuz. Bırakınız biz de bir parça fedakârlık yapalım." dedi. Yağmurda etlerin başına bir şey gelmemesi ve fakir halkın eline bir an önce ulaşması için bizimle koşturmaya başladı."
dedi.

Maalesef propagandanın ince taktiği pek çok gerçekleri tepetaklak ettiği gibi bazı medya organlarının kasıtlı yayınları Madagaskar'da ülkemizle ilgili yanlış bir kanaati oluşturmuş. Sömürge anlayışlı haber ağları, yerli halkı uyutmak için, Türkiye'de araba tekeri patlasa sanki atom bombası patlatılmış gibi ülkemizi terörün kaynadığı bir yer gibi lanse etmiş. Ama adanmış ruhlar, eğitim gönüllüleri, bu yanlışları bilfiil bertaraf ediyorlar. Bilhassa Türkçe Olimpiyatları geniş bir ufuk açtı. TUSKON'a da düşen büyük vazifeler var...

Bir zamanlar Orta Asya'da verilen eğitim hizmetleri şimdi geri dönmeye başladığı gibi, Afrika'ya yapılanlar da inşallah geri dönecek. Evet şimdi Orta Asya'da Türk okullarında yetişip öğretmen olanları, Avrupa'da ve Afrika'da hizmet verirken görüyoruz... Afrika'nın eğitim gönüllüleri de başka yerlerde; ama en başta kendi ülkelerinde olmak üzere eğitim verecekler. Hem de herkesi kucaklayan insan eksenli bir eğitim sistemiyle...

Abdullah Aymaz, 02 Temmuz 2007, Pazartesi

Babrak Karmal'ın elinden tutulsaydı

Afganistan'a Sovyet ordusunu davet eden Babrak Karmal'ın sınıf arkadaşı olan bir kardiyoloğumuz diyor ki: "Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1952 ve 1954 yıllarında Babrak Karmal ile beraber okuyorduk.

Fakat onun bursu kesilince ortada kaldı. Sağa sola başvurdu, hiçbir maddi destek bulamadı. Bir tek el uzatan olmadı. En son Rus Konsolosluğu'nun burs verdiğini öğrenince oraya başvurdu. Onlar kendisine,

"Burs veririz ama bir şartımız var. Ankara'da tıpta değil; Moskova'da uluslararası ilişkilerde okuyacaksın."
derler. O da çaresizlikten kabul edip, dedikleri fakülteye gider. İstedikleri tipte kendisini yetiştirdikten sonra, onu geriye ülkesi Afganistan'a gönderirler... Gün gelir merdivenin basamaklarından yüksele yüksele, 1979'da zirveye ulaşır. Zamanı geldiğine inandıkları anda düğmeye basarlar ve onun beklenilen davetiyle Afganistan'a girerler. Evet bir zamanlar Mevlânâ'ları yetiştiren Afganistan'da bakın artık durum ne hâle geldi. Ama ey Anadolu'nun fedakârları şimdi sizin verdiğiniz burslar çoktan oralara ulaştı ve bir umut ışığı oldular...

Kazakistan'da sizin açtığınız kolejlerden yetişip işadamı olan öğrencileriniz bir araya gelip aralarında 500 bin dolar topladılar 4.800 metrekarelik bir arsa üzerinde bir kız yurdu yaptırdılar. Bu arada birisi de 68 dolar getirdi ve,

"Bunu anneannem emekli maaşından size gönderdi."
dedi.

Sizi model aldılar ve güzelliklere güzellikler kattılar. Evet onlar 80 seneyi 15 senede kat ettiler...

Siz artık dünyanın her yerinde gayretlerinizin semerelerini bol bol görebilirsiniz.

Azerbaycan'da Gülistan Sarayı'nda, Amerika'da, Japonya'da ve Kanada'da üniversite bitirmiş ve doktorasını tamamlamış 27 öğrenci yani sizin kolejlerinizden mezun olmuş genç, birer birer kalkıp kendilerini tanıttılar. İşlerini ve konumlarını öğrenen herkes şaşırdı ve,

"Şimdi biz bu Türk kolejlerinin önemini daha iyi anladık"
dediler. Evet evlatlarının bu konuma gelmeleri sıradan bir şey değil...

Türkmenistan'da bir Türkmen genç cinayetten hapse giriyor. Ailesi dağılıyor. Tek başına kalan annesi, oğluna yemek getiriyor. Mahkûm, yemek kabına sarılan Zaman gazetesinin bir yazısına takılıyor. Annesine,

"Ne olur, bu gazeteden ne kadar varsa bana getir."
diyor. Kadıncağız da 700 kilometre uzaktan gazetenin merkezi olan Aşkabat'a gidip, temsilcimizle görüşüyor. Oradaki arkadaşımız da Türkmence çıkan bütün Zaman gazetesi nüshalarından birer tane kendisine veriyor. Hapishaneye oğluna ulaştırınca, hepsini dikkatle okuyor. Davranışlarında, konuşmalarda güzel bir gelişme meydana gelince, diğer mahkûmlar da etrafında toplanıyor. Onlara da iyilikte rehber oluyor. Hapishane müdürü durumu Türkmenbaşı'na rapor ediyor. O da çıkardığı bir af ile onu serbest bıraktırıyor. Yani 7 sene önce mahkûmiyet bitmiş oluyor. Evine gelince annesi,
"Çok iyi ama, ah evladım, şimdi yanımızda gelinim ve torunlarım da olsaydı"
diyor. Oğlu,
"Anne bana bir saat mühlet ver!"
diyor. Hemen hanımına gidip onu ikna ederek çocukları ile evine getiriyor. Daha sonra da teşekkür için Aşkabat'taki Zaman merkezine geliyor...

Bütün bunlar herhalde bizlere bir şeyler anlatıyordur.


Abdullah Aymaz, 09 Eylül 2007, Pazar