15 Şubat 2007 Perşembe

Magadanlı Emine

Sibirya semalarında yükselen bir sessiz çığlıktır duyulan

1992 kışıydı. Tataristan'ın başkenti Kazan, uçsuz bucaksız beyaz örtüye bürünmüş bir masal şehrini andırıyordu. Vaktiyle bölgenin manevî başkenti sayılan Kazan'ın bereketli bağrından Rıza Fahreddin, Musa Carullah ve Alimcan Barudi gibi ünlü alimler çıkmış, bilimin ışığını dünyaya yaymışlardı. Şehir, Muhammediye medreseleriyle sadece Tatarlar arasında değil, Türkistan ve Kazak halkları arasında da eğitimin yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. Bir zamanlar camileri, medreseleri, ilim ve kültür yuvalarıyla donanmış koca şehirde şimdi yalnız Şehabeddin Mercani Camii ibadete açıktı. Din adamı derseniz, hak getire! Müslümanların üçü beşi zor araya gelir, cenazelerini çoğu kere hoca bile bulamadan gömerlerdi.

O gün bir mezarlıkta yine bildik görüntüler yaşanıyordu. Beş altı kişi kar yağışı altında bir cenazeyi defnediyorlardı. Biraz sonra mezarın üzerinde topraktan küçük bir kümbet oluşmuştu. Açık düzlüklerden Akkayın ormanlarına doğru savrulan rüzgâr, vahşi uğultular çıkarıyordu.

İçlerinde kumral saçlarının üzerine kalın, siyah bir şal örtmüş 35 yaşlarında bir kadın ayırt ediliyordu. Belli ki, uykusuzluk ve yorgunluktan ayakta zor duruyor, kızarmış gözlerinden kar tanelerinin yalnız bırakmadığı yanaklarına sızan gözyaşını, siyah şalının ucuyla siliyordu. Az önce toprağa emanet ettiği sevgili babası, dini bütün bir Müslümandı. Ölenin arkasından Kur'an okunduğunu ondan işitmiş ve görmüştü ama kendisi, evet kendisi bütün bunlardan habersiz yetişmişti. Devlet eliyle yürütülen ateist eğitim, onu babasının dünyasından zorla koparmıştı. Lakin bu kopuşu hiç bugünkü kadar derinden hissetmemişti. “Babama bir Fatiha bile okuyamıyorum” düşüncesi, bir sancı gibi dolaştı içinde.

Kar yeniden azıtmış, küçük kümbet beyazlara bürünmüştü. Dakikalarca kalakaldı mezarın başında. Sevgili babasına sımsıcak gözyaşlarından başka gönderecek hiçbir şeyi olmadığına bir kere daha yandı. Boğazı düğümlenmişti. Hüznün ıslak bir bayrak gibi dalgalandığı çehresine soluk bir ağırlık çöküyordu bunları düşündükçe. Hem artık kimsesiz kaldığı bu şehirde de durmak istemiyordu.

O da ne? Uçağının kalkış saati yaklaşmıştı. Taksiciye, “Havaalanı, lütfen acele edelim” dediğini hatırladı yalnızca. Hatıraların yumağına bir minik kedi gibi sarılacaktı ki, arabanın virajı alırken kara saplandığını fark etti sarsıntıdan. Havaalanına güç bela yetiştiklerindeyse uçak çoktan kalkmıştı. Sinirleri iyice gerilmişti. Yetkililerden, gideceği şehre başka direkt sefer olmadığını, önce Kuzey Buz Denizi'ne yakın bir şehre, oradan Buryat'ın başkenti Ulanude üzerinden Yakutsk'a, sonra da Magadan'a uçabileceğini öğrendi. Moskova'dan kalkacak olan ve ilk defa sefere konan uçağı Ulanude'de yakalayacak olması, günün tesellisi gibiydi.

Sonunda Ulanude'ye vardığında yine yarım saat gecikmişti. Umutsuzluk içinde transfer bankosuna geldiğinde aktarma yapacağı uçağın henüz kalkmadığını öğrenerek sevindiyse de, görevliler, kapılar kapanmak üzere olduğu için uçağa alamayacaklarını söylediler. Bağırdı, çağırdı, ortalığı ayağa kaldırdı. Bu uçağa mutlaka binmeliydi.

Bu defa Ulanude havaalanında bekleyen uçağın içindeyiz. Tıklım tıklım dolu; sadece bir koltuk boş. Yolcular, açık kapıdan giren rüzgarın tesiriyle tir tir titriyor. Hosteslerden uçağın kapısını kapamalarını rica ediyorlar. Bir yolcu bekliyorlarmış. Buralarda uçağın içinde bir kaç saat beklendiği, bekleme salonlarında 2-3 gün sabahlandığı nadirattan değildir. Neyse ki, korkulan olmadı, az sonra nefes nefese bir kadın uçağa attı kendini ve o boş koltuğa yığıldı kaldı.

Uçak kalkarken, kadının yanındaki koltukta oturan Sadettin Bey, çantasından küçük Kur'an'ını çıkarıp okumaya başladı. Biraz sonra kendine gelen kadın hayretle, eski bir tanıdığa bakar gibi bakıyordu kitaba ve adama. Bu ısrarlı bakışları fark eden Sadettin Bey, cam kenarında oturan Rusça bilen arkadaşı Mihrali'den yardım istedi: “Neden bana dikkatle bakıyor? Sorar mısın?” Meğer kadın, ne okuduğunu merak etmiş. Sadettin Bey, “Kur'an okuyorum” deyince yanındaki yolcunun ayağının yerden kesildiğini, yerde aradığını gökte bulmuşcasına sevindiğini hissetti. Kadın anlattı cümle hikâyesini. Adı Emine'ymiş. Kazan Türklerinden. Bering Boğazı yakınlarındaki Magadan şehrinde matematik öğretmenliği yaptığını, kocasının Hıristiyan olduğunu ve dinini yeterince öğrenemediğini, bundan üzüntü duyduğunu, kaybettiği babasını pek sevdiğini uzun uzadıya anlattıktan sonra rica etti kendisinden: “Babamın ruhuna da bir Yasin okuyabilir misiniz?”

Sibirya semalarında yükselen bu sessiz çığlık, yüreğini dağlamıştı Sadettin Bey'in. Az önce soğuktan titreyen bedeninin alev alev yandığını hissetti. Hem ağlıyor, hem okuyordu. İşin tuhafı, hep beraber ağlıyorlardı.

Yasin'in okunmasından sonra Emine Hanım, “Siz kimsiniz? Ne iş yapıyorsunuz?” diye peş peşe sorular yöneltti Sadettin Bey'e. Aldığı cevaplar karşısında iyiden iyiye meraklandı. “Peki şimdi nereye gidiyorsunuz?” diye üsteledi. Kadının bu yakın ilgisi karşısında şaşıran Sadettin Bey, sözü dolaştırmadan, “Bir zamanlar atalarımızın yaşadığı Yakutistan'a okul açmak için gidiyorum” cevabını verdi ve ekledi: “Buralara ilk gelişim bu.”

Kadının ilgisinin giderek arttığı gözden kaçmıyordu. Şimdi de havaalanında kendilerini karşılayacak kimse olup olmadığını merak etmişti. Olmadığını öğrenince, “Peki şehirde tanıdığınız kimse var mı?” diye sordu. Cevap yine “Hayır”dı. “Durun öyleyse” dedi, “Cumhurbaşkanlığında eğitim işlerinden sorumlu hanımefendiyle Moskova'da aynı odada tam 8 yıl çalışmışlığımız var. Ona bir mektup yazayım da, size yardımcı olsun”. Şaşırma sırası şimdi Sadettin Bey'e gelmişti. Hiç kimseyi tanımadığı bu şehirde tam da ulaşmak için çırpınacağı merci, Emine Hanım sayesinde ayağına gelmişti. İşte kadın mektubu yazmaya başlamıştı bile.

Tam 3 saat süren bu sırlarla dolu yolculuk Yakutsk havalaanında noktalandı. Emine Hanım üçüncü uçağına binmek için inmişti kendileriyle. Vakit gece yarısı olmasına rağmen arkadaşını onların yanından telefonla aradı ama nedense bir türlü ulaşamadı. Çaresiz, mektubu alıp ayrılacaklardı. Otelleri epeyce uzaktaydı. Emine Hanım bir taksi çağırttı ve ücretini, Türk dostlarının bütün ısrarlarına rağmen kendi cebinden ödedi. İşte ayrılık vakti gelmişti. Bir uçak yolcuğuna dünyaları sığdıran dostlar, vedalaştılar. Emine Hanım uçağına yöneldi, Sadettin Bey de oteline.

Mektup ellerini ısıtıyor, bu hiç kimseyi tanımadıkları şehrin bütün anahtarlarını kucağına döküyordu adeta. Kimdi bu uçağa son anda yetişen kadın? Uçağı gerçekten kaçırmış mıydı? Yoksa onları tam en çok ihtiyaç duyulan ve en ziyade ihtiyaç duyduğu kader-denk noktasında arayıp da bulan bir muştu muydu? Bilemedi kimsecikler...

Bilinen, Sadettin Bey'in, ertesi gün saat tam 9'da Emine Hanım'ın Cumhurbaşkanlığında çalışan arkadaşını bulup mektubu kendisine verdiği. Kadın özel işi gibi ilgilendi kendileriyle. Telefon edip gönderdiği Milli Eğitim Bakanı Yardımcısı, sımsıcak bir çehreyle karşıladı onları. Üstelik kendilerini bekliyormuşcasına, “Türkiye'yi ve Turgut Özal'ı çok seviyorum. Türklerin Yakutistan'da okul açmalarından büyük mutluluk duyacağım. Hayatımda hiç bir olaya bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum” dediğinde Sibirya'da buzların çözülmeye başladığı, uçsuz bucaksız beyaz örtünün altından kardelenlerin cıvıltısının işitildiği malum oldu.

Olsun. Magadanlı Eminelerin nefes nefese de olsa yer bulacakları bir boş koltuk daima var olmayacak mı bizim hayatımızda da?

Harun Tokak, Yeni Şafak, 05.11.2006

 

5 Şubat 2007 Pazartesi

Bir Kınalı Küheylan

Koşarken tırnaklarıyla kıvılcımlar saçan…
küheylanlara da yemin ederim ki…
Kur'an:100/2

Önden giden atlılar…

Birkaç ay önce sizlerle ilk buluştuğumuz yazı. Moğolistan'daki Türk Okullarının Genel Müdürü, fedakar öğretmenimiz Adem Tatlı'nın aramızdan uçup gitmesi vesilesi ile kaleme almıştık. Ben ona ve onun gibi, bayrağımızı gurbet ellerde dalgalandıran yiğitlerimize, Şair Osman Sarı'dan esinlenerek “önden giden atlılar” diyorum…

Bir grup adanmışlar topluluğu onlar.

Geride toz duman bırakarak, geceleri kıvılcımlar saçarak durmadan koşarlar. Kendilerini bütün bir insanlığa adamışlardır.

Ne büyük fedakârlıklar yaptıklarını düşünürdüm de gözlerim dolu dolu olurdu ama bu hislerin başka gönüllerde nasıl yankılandığını pek bilmezdim. Tâ ki geçen gün bana ulaşan görüntüleri izleyinceye kadar.

Elazığlı iş adamları, “önden giden atlılar” adında bir gece düzenlemişler. Geceden çekilen görüntülerden, gurbetteki küheylanların anne-babalarını izledim, içten gelen sözleri dinledim. Asıl en büyük fedakârlığın, bu isimsiz kahramanlara ait olduğunu fark ettim. Kim bilir evlatları için ne hayaller kurmuşlardı. En çok ihtiyaç duydukları zamanda, bağırlarına taş basarak uğurlamışlardı evlatlarını, adını bile ilk defa duydukları ülkelere.

Okul sırası taşırken merdivenlerden düşüp şehit olan küheylanımız, Cengiz Demirel'in anne babası da oradaydı. Koşarken çatlayan bu küheylanın mezarı Harput'un yamaçlarındadır.

Bir küheylan yere düşerken, bin küheylan yola düşer o gece Harput diyarından.

Bu anne-babalar, küheylanlarını kınalayıp, önden giden atlılara katıyorlar.

İşte o gecenin ve o kutlu kervana adanan bir kınalı küheylanın öyküsü daha:

“9 Aralık Cumartesi akşamı ELGİAD'ın, Elazığ'dan beş kıtaya, 'ÖNDEN GİDEN ATLILAR' programının davetiyesini aldım. Bir dostum aracılığı ile gelen davete icabet etmekte tereddüt ettim. İşin doğrusu programın ne olduğunu anlayamadım. Bu program neyin nesidir? diye sorduğum dostlarım da bilmediklerini söylediler. Merak ettim, işimi gücümü bırakıp eşimle birlikte hasta halimle programı izlemeye gittim.

Kalabalığı görünce merakım iyice arttı. Bir köşeye oturup beklemeye başladık. Elazığ'ın ne kadar tanınmış işadamı ve siması varsa oradaydı. Rengârenk bir korodan İstiklal Marşımızı dinlerken tüylerim diken diken oldu. Siyah, sarı, beyaz, çekik gözlü envai çeşit milletten çocuklar hem Türkçe konuşuyorlar hem de marşımızı bizimle birlikte en içten nağmelerle söylüyorlardı.

Daha ilk anda şoka girmiştim. Eşim iki de bir ikaz ederek beni sakinleştirmeye çalışıyordu ama nafile… Bundan sonraki fasıl dünyalara değerdi. Necip Fazıl, S. Hakim Arvasi'yi gördüğü ânı 'zaman donacak kadar güzeldi' diye tarif eder. Bulunmaz ve yaşanmaz bir ân olduğunu böyle anlatır.

Daha sonra sahneye Anne ve Babalar çıktı… Kimi ABD, kimi Endenozya, kimi Meksika, kimi Afrika ve Bakü'den olmak üzere internet üzerinden yapılan bağlantı ile izlettirilen görüntüler beni hayallerimin ötesine götürdü… Meğer internetten izlediğimiz öğretmenler, bu ülkelerdeki Türk Kolejleri'nde görev yapan Gakkoş öğretmenlerimiz, sahnedeki anne-babaların gurbetteki evlatlarıymış… Kimi 5, kimi 7 senedir gurbetteymiş. İnsanlığın huzur için çıktıkları yolculukta, oralarda da dilimizi konuşarak, bayrağımızı dalgalandırarak bize selam yolluyorlar.

Onlar ekranda konuşurken sahnedeki analar iki göz iki çeşme ağlıyor, biz de bu âna, yani tarihe tanıklık ediyorduk. İşte o an yüreğim daraldı, utancımdan yüzüm kızardı. Başım öne düştü. Ağlıyorum ama başkalarının ağladığı bu mukaddes tabloya değil, utancımdan ağlıyordum. Çünkü 2 ay önce yeğenim evime biraz daha yakın olsun diye bir milletvekilimizden aracı olmasını istemiştim…

Ya şimdi… Uçakla bile 10-12 saatle gidilebilecek yerlerde benim aslan gakkoşlarım, insanlık için bayrak bayrak dalgalanıyormuş da haberim yokmuş. Ya o anne-babalar…! Hepsinin ellerinden öpüyorum.

Hele en son çıkan şehit öğretmenin ailesi vardı ya… Bittiğim andı. Kazakistan'da öğretmenlik yaptığı okulda sıra taşırken merdivenden kayarak sıraların altında kalan şehit gakkoş! Yanlış hatırlamıyorsam adı Cengiz Demirel'di. Ekrana Harput'taki mezarının görüntüleri yansıdı. Benim Harput'umun bağrına ekilmiş bir sümbül gibi gülümsüyordu…

Dilim tutuldu, inanın böyle bir hizmetten haberim yoktu. Herkesi kendim gibi zannediyor, kendi telaşında diye düşünüyordum. ELGİAD'ın gecesi (söylemezsem haksızlık olur) benim kırılma noktamdır. Laf üretenlerle iş üretenlerin, Sera ve Süreyya misali farkını gördüğüm andır.

Dini, dili bizden olmayan gurbet ellere evlatlarını feda edenlerle, köyden merkezdeki bir okula yeğenini aldırmak için uğraş veren benim gibiler, hakkımız olmadığı halde aynı salonu paylaşıyorduk.

Geceyi düzenleyenler çok anlamlı bir güzellik daha yaptılar; her aileye oğlunu temsilen bayrak verdiler ve dediler ki: “Evladınızı size hatırlatacak daha kutsal bir şey bulamadık. Kimi karlı dağlarda, kimi kızıl çöllerde Nazlı Hilâl gibi dalgalanıyor onlar. Mukaddes hilâlimizi en şerefli biçimde temsil ediyorlar. Onları ancak böyle hatırlatabiliriz” diyerek, al bayrağımı öperek anaların mübarek ellerine bıraktılar.

Beni davet eden arkadaşıma da teşekkürler. İyi ki gelmişim önden giden atlıları görmeye…

Onlara buradan bir müjde vermek isterim. Bunu da bir hediye olarak kabul etsinler. Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde onları bir atlı daha bekliyor. Bir oğlum var, herhangi bir Türk Koleji'ne kabul ederlerse, -asil soyum adına- onunla iftihar edeceğim.

Gayret edin!

Sadece bir bayrak değil, bin bayrak daha dalgalanmak için rüzgar bekliyor.”

İbrahim Öztürk / Elazığ Böyle bir geceyi ilk defa izleyen İbrahim Beyin duyguları…

Ne demiş değerli sanatçı Ersen, “Kuzey'in gardaşları varsa, Erzurum'un da dadaşları var”. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Elazığ'ın da gakkoşları vardır. Anadolu aslanlar otağıdır.

Aksanları ayrı da olsa, aslanların kükreyişleri hep aynıdır.



 Harun Tokak, Yeni Şafak, 14.01.2007

3 Şubat 2007 Cumartesi

Afrika'da yaşananlar

Merhum Erkan Çağıl, Tanzanya'nın başşehri Darü's-Selam'a, eğitime adanmışlar gibi hicret etmişti. Orada ticaretle meşgul oluyor ve eğitim gayretlerine destek oluyordu. Oralarda ağır bir trafik kazası geçirdi ve vefatından evvel de vasiyetini şöyle bildirdi: "Beni buraya defnedin... Türkiye'ye götürmeyin. (Çünkü hicret böyle tam olacaktı.)

Evim burada olsun; eşim burada kalsın, oğlum burada okusun. Arkadaşlarımla olan ticari ortaklığım devam etsin. Kardeşim Türkiye'den buraya hicret edip işlerimin başına geçsin.
" Öğrendiğime göre, Allah razı olsun kardeşi de merhum Erkan Bey'in arzusunu yerine getirmek için harekete geçmiş...

Bu vasiyet benim hatırıma, Danirmarka'da vefat edip oraya gömülmeyi vasiyet eden Sarı Saltuk'umuz Özcan Bey'i hatırıma getirdi... Hepsine Allah rahmet eylesin ve hepsinden de râzı olsun...

Erkan Bey'in vasiyeti yerine getirildi. Cenazesine Darü's-Selam'ın en üst seviyesinden insanlar ve Türk okulunun öğretmen ve öğrencileri katıldı. İstisnâsız hepsi de ardından gözyaşı döküyorlardı... Aynen Danimarka'da Türklerle beraber Danimarkalı idareci ve öğrencilerin de Özcan Bey'e ağlayıp üzüldükleri gibi... Çünkü Özcan Bey, ömrü boyunca eğitim hizmetlerinde koşturduğu gibi kanser olduğunu anladıktan sonra devamlı olarak ölünceye kadar hep hayır konuştu ve gücünün yettiği kadar insanları hayra sevk etmeye gayret etti...

Afrika'da bir üniversitede okuyan Râci, bir Türk kolejinde de belletmen. Kendisini çok sevdirmiş. Bu kolejlerde ırk-din ayrımı olmadığı için Hıristiyan ailelerin de çocukları var.

Râci bir gün rahatsızlanır ve kaldırıldığı hastanede ameliyata alınır. Okulun idareci ve öğretmenleri, duyunca hastaneye gitmek için hemen hareket ederler. Öğrenciler de minibüse koşarlar. Fakat minibüs hepsini almaz. Geride kalanlardan bir Hıristiyan öğrencinin gözlerinden yağmur gibi yaşların döküldüğü görülür. Çünkü onun da ağabeyidir ve onlardan kopmaz bir parçadır.

Bu bana Kırgızistan'da cereyan eden bir olayı hatırlattı...

Bir gencimiz Kırgızistan'a gider. Hem bir üniversitede okuyacak hem de Türk kolejinde belletmenlik yapacaktır. Okulunu ve kolejdeki vazifesini hiç aksatmadan üniversiteyi bitirir ve yine Türk kolejinde bu sefer öğretmen olarak kalır. Bir gün alışveriş için gittiği pazar yerinde iki kişinin saldırısına uğrar. Sıkıştırıp parasını almak istemektedirler. Bir anda bir Kırgız delikanlısı bu iki eşkıyanın üzerine atılır ve onları kaçmaya mecbur eder. Sonra dönüp gelir ve öğretmenin yüzüne bakar: "Beni tanıdın mı ağabey?!" der. Sonra devam eder. "Elbette zor tanırsın... Seneler geçti. Ben kolejinizde öğrenciydim. Hasta oldum. Yurdun revirinde yatıyordum. Sen bana, ancak annemin davranabileceği bir şefkatle davranıyor, benimle ilgileniyor, elindeki bir bardak süt ile başucumdan ayrılmıyordun. Bunu hiç unutamıyorum. Okuldan atıldım; ama sizleri hiç hatırımdan çıkarmadım. Biraz önce saldırıya uğradığınızı görünce hemen tanıdım ve, 'Bu insanlara böyle bir şey revâ görülemez!' diyerek onlara karşı durdum." der...

Bunların bütün cihanı saracağı günlerin çok yakın olduğu kanaatını besliyorum.

Abdullah Aymaz, Zaman, 08.01.2007