30 Ocak 2007 Salı

Bir önden giden atlı; Adem Tatlı



Boğaza nazır pencereden guruba bakıyorum.

Güneş battı batıyor. Ufukta kızıllık gittikçe koyulaşıyor. Biraz sonra İstanbul semalarında "Sadây-ı Muhammedi" yankılanacak Herkes sürurla oruçlarını açacak. Bense gurubun, bütün insanların ruhunda burkuntu hasıl ettiği şu dakikalarda Adem öğretmeni düşünüyorum.

Biz birazdan oruçlunun birinci neşvesini tadacağız Adem öğretmen ise, ikinci, kalıcı ve ebedi neşvesini tattı. O, Rabbine kavuştu, Ebetler yurduna hakiki hicret diyarına göçtü. O bu sene Ramazana değil, Rahmana kavuştu. Hayatta olsaydı yine bir gurbet Ramazanı yaşayacaktı.

Ezan duymadan, ışıl ışıl mahyaları görmeden, arkadaşları ile teravih kılacaktı. Hanımı ile sahura kalkacak, yine mahallenin tek ışığı onların mütevazı evin penceresinden yayılacaktı şehrin o sakin sokağına.

O ilklerden, önden giden atlılardandı.

Bütün bir Asya'nın uçsuz bucaksız çöllerini geçti. Karlı dağlarını aştı, mavi göklerin ülkesine, Orhun abidelerine ulaştı. Çin seddine yaklaştı.

O günlerde Türk varlığı adına hiç bir şeye rastlamak mümkün değildi oralarda. Büyükelçiliğimiz bile çok sonraları açılmıştı. Pek çok emsali namsız nişansız, yiğitler gibi gittikleri ülkelerde ilk ve tektiler.

Her biri atlarını farklı ülkelere sürmüş, gittikleri ülkenin ümit kandilleri olmuşlardı. Kimilerini ünlü gezgin fotoğraf sanatçısı Arif Aşcı tarihi ipek yolu üstünde, Tanrı dağlarının eteklerinde Türk varlığı adına tek ışık olarak Narinde görüyordu. Kimilerini değerli dostum Şerif Ali Tekalan beyle Hazarın doğusunda Türkmen diyarında, öğrencilerine köyümün yağmurlarını söyletirken. Kimilerini de Göktürklerin Uygurların bir dönem at koşturdukları Orhun Abidelerinin civarında görüyorduk.

Adem Tatlı onlardan, o yiğitlerden birisiydi. Hepsi üç beş arkadaştılar.

Çok heyecanlıydılar. Önce bir okulla işe başlayacaklardı. Fakat bir türlü mana veremedikleri anlamsız engeller yollarını kesiyordu.

Necaşi'nin ülkesine gidenleri rahat bırakmadıkları gibi onları da rahat bırakmadılar. Ama sonunda başardılar. İzin çıktığı gün sevinçten uçacak gibiydiler. Harç kardılar, tuğla ördüler, badana yaptılar. Boğaziçi, Hacettepe mezunu öğretmenler bir işci, bir ırgat gibi çalıştılar. Prof. Dr. Mehmet Sağlam hoca bir Moğolistan ziyaretinde öğrencilerinin başında bulur onları. Yaklaşır usulca birisinin yanına ve sorar.

-"Kaç yıl oldu buraya geleli?",

-"11 yıl"

Hayli zaman oldu diye geçirdi içinden sordu.

-"Ne zaman döneceksin Türkiye'ye." Cevap kanını dondurdu Hoca'nın

-"Hocam biz dönmeye değil ölmeye geldik"

"Bittiğim andı, tüylerim diken diken oldu, utandım". Baktım hoca ağlıyordu.

Ve Adem öğretmen dönmedi dönemedi

Adanmış ruhlar asırlar önce bir dünya imparatorluğu kuran Cengiz Han'ın memleketinde bu defa sevgiden bir imparatorluk kurdular.

Atalarımızın uçsuz bucaksız bozkırlarında barınamadığı için küçük Asya'ya doğru göç etmek zorunda kaldıkları Büyük Asya topraklarına geriye döndüler. Çünkü oralar, onlar gibiler için bir hayal ülke bir ütopya ve bir idealdi.

Ergenekon destanın yazıldığı o topraklarda şimdilerde yeni bir destan yazılıyordu. Ergenekon, yuvadan çıkışın, ayrılığın, hasretin destanıydı. Adem öğretmenler ise yuvaya dönüşün vuslatın, kavuşmanın destandır.

İstiklal marşımızın okunduğu, bayrağımızın dalgalandığı okulun açıldığı ilk gün. Gül yüzünde güller açtı.

Ve Adem öğretmen dönmüyordu dönemiyordu.

-Bindikleri araba önce savruluyor toparlanamıyor ve devriliyor. Nefes almakta zorlanıyor "çok acım var" diyebiliyor o tatlı insan ambulans acı sirenler çalsa da nafile doktor çare değil artık tatlı insana. Derken dudaklar kıpırdıyor.

- "Beni buralara bu toraklara gömünüz" Belli ki o hep öğrencilerinin sesini duymak, kardelenleriyle birlikte olmak istiyordu. Sonra yavaş yavaş güzel gözleri kapanıyor. Annesi babası kardeşleri Türkiye'ye getirmek için ısrar ediyorlar. Onu köyünün topraklarında sanki kendi kucaklarında gibi hissedeceklerdi. Mezarının otlarını saçlarını okşar gibi seveceklerdi, ama olmadı köyünün yağmurlarında bir daha ıslanamadı

Hanımı, çok sevdiği eşinin son vasiyetini bağrına taş basarak yerine getirmekte ısrar etti.

O "beni Moğolistan topraklarına gömün" dedi. Kaç defa hanımına “Ben senden memnunum bunu orada O'nun huzurunda da söyleyeceğim” dedi. Hanımı da belli ki onu çok seviyordu taş bastı kendi bağrına ve vasiyetini yerine getirip bıraktı onu Moğolistan topraklarına. Fakat onun da son bir arzusu vardı. Gül yüzüne, gülen yüzüne son defa bakmak istiyordu. Usulca açtılar yüzünü -"Bu gülüyor bu yaşıyor uyandırın bunu" dedi inledi yalvardı ama kimseyi inandıramadı.

Kardelenler açmayacak, buzlar erimeyecek diye kim bilir kaç gece ağlamış, kaç gece uykusuz kalmıştı. Hele o ilk günler eline kuru bir ekmek parçası alıp, onu nerede bulabileceğini anlatmak için ne kadar uğraşmıştı önüne ilk gelen insana. Aylar geçiyor Türkiye'den bir şey gelmiyordu. 18 aydır maaş alamamıştı. İmkanlar olsa göndermezler mi diye düşündü. Hanımına “Sen elişi bir şeyler yap, satalım ben de taksi şoförlüğü yapayım" demiş, aylarca geçimini öyle sağlamıştı. Bir başka zaman büyük bir sıkıntıyı sessizce halletmişti. Kimse akıl sır erdirememişti. Sonradan anlaşıldı ki memleketindeki evini satmıştı.

Kaç defa koyunlarla ve keçilerle aynı uçaklarda yolculuk yaptı, kaç defa Moğolistan'ın uçsuz bucaksız steplerinde uçarken üzerine devrilen eşyaların altında kaldı.

Kaç defa binmeye yürek isteyen eski model uçaklarla toprak pistlere iniş yaptı. Kaç defa toprak pistten. Arkada toz duman bırakarak havalandı gökyüzüne..

Son Türkiye ye gelişinde bütün akrabalarını dolaşmış ve helalleşmişti. Kardelen çiçekleri de yanındaydı. Türkçe olimpiyatlarına katılacaklardı. Yarışmalarda büyük başarı elde etmişler finale kadar gelmişlerdi. Final gecesinde bir kardelen Nurullah Genç'in “YAĞMUR” şiirini enfes yorumlayınca Moğolistan gecenin gündemine oturuverdi. Meclis Başkanımız, içlerinde Adem öğretmenin de bulunduğu 5000 kişilik salonda eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarından söz etti.

"Bir büyükelçimiz tayin bekliyordu, benden de iyi bir yer olması konusunda yardım istiyordu. Bir haber var mı kabilinden bana uğradı. Ben de şaka olsun diye bir Moğolistan lafı dolaşıyor seninle ilgili deyince elindeki çay bardağı düştü. Benzi sapsarı kesildi. "Ben ne yaparım orada nasıl yaşarım, orası büyük mahrumiyet yeri" dedi. Bu kardeşlerimiz hiç çekinmeden büyük bir şevkle oralara gittiler. Bu bir destandır, bu bir fedakarlıktır."

Bu gül yüzlü yiğitler sevdadan atlarına binip gittiler ve dönmediler. Şimdi Altay dağlarından kopan hoyrat rüzgarlar kabrinin başında hüzünlü türküler söylüyor.

Artık toprak pistten kalkan uçaklar, ördüğün tuğla duvarlar, badana yaptığın, günler, ağladığın geceler hepsi geride kaldı.

Aylarca yanmayan elektrikler, akmayan sular, steplerin soğuğunda sınıflarda palto içinde titreye titreye ders verdiğin günler, koyunlarla ve keçilerle aynı kabinde yaptığın yolculuklar ve bize yadigar bıraktığın gül yüzlü çocuklar hepsi hepsi geride kaldı. Bir de Moğolistan Cumhurbaşkanı'nın senin için hazırladığı şeref madalyası o da oğluna teslim edildi.

Abideleri, yazıtları, dikili taşları ile bizlerden izler taşıyan o topraklarda görkemli bir iz de sen bıraktın. Şimdi bir abide gibi duruyorsun asude bir tepenin yamacında. Tatlı tatlı esen meltemler okşuyor kabrinin üstündeki otları bir de boynu bükük kardelenlerin. Sen, mavi gökler ülkesinin koyu lacivert gecelerinde bir çoban yıldızı gibi kutlu yolcuların umut fenerisin. Sen hayallerdesin, gönüllerdesin. Bilmiyorum sen nesin yoksa sen mahcup ve mütebessim bir melek misin?

Hâlâ atlar uçsuz bucaksız steplerde dört nala koşuyor ama hiçbiri önden giden atlılara asla yetişemiyor. Önden giden atlılar hep önde koşuyorlar.



Harun Tokak, Yeni Şafak, 15.10.2006

Çay Tiryakileri (Şehit Namzeti)

 

O Beyaz, Ben Siyahtım; Ama...



Bir önceki yazımda kendisinden bahsettiğim Tanzanya'da vefat eden Erkan Çağıl Bey için, iş ortağı Murat Yıldız Bey diyor ki:

"Vefatından bir ay önce bana okul bahçesinde bulunan iki ağacın ortasını göstermiş 'Burası serin, vefat edersem, beni buraya defnedin!' demişti."

İşte bu arzusu bir vasiyet kabul edilerek, Feza Türk Koleji bahçesinde gösterdiği iki ağacın ortasına defnedildi. Cenaze namazını eski Cumhurbaşkanı Ali Hasan Mwinyi kıldırdı. Savunma Bakanı Cuma Kapuya da namazda hazır bulundu ve "O beyazdı, ben siyahtım; ama o, renk olayını tamamen bitirmişti. Benim en büyük öğreticim oldu!.." diyerek ağladı. Bir siyahın bir beyaz için ağladığını görmek, câmideki insanları da ağlattı. Ayrıca okulda kılınan cenaze namazında da çok sayıda veli ve öğrenci hazır bulundu.

Feza Koleji İlkokul Müdürü Ali Demirbaş, "Kaza geçirdiklerinde, hastaneye götürdüğümüz sırada hep 'Estağfirullah... Rabb'im günahlarımı bağışla... Daha Tanzanya'da yapacak çok işimiz var Rabb'im!..' diyor ve o ölüm sancıları içinde dahi Tanzanya'yı düşünüyordu." diyor.

Kolejin muhasebecisi Mustafa Gülten diyor ki: "Kendisi vefat etmeden iki gün önce, ben refakatçisiydim. Gece dört sıralarında beni yanına çağırdı ve dört isteği olduğunu belirtti. Birincisi, vefat ettiğinde mezarının Tanzanya'da olmasıydı. Hatta bunun aksi olursa, hakkını helâl etmeyeceğini söyledi. İkincisi, vefat ettiğinde yerine ağabeyinin, işlere kaldığı yerden devam etmesiydi. Yani bayrağı devralmasını istiyordu. Üçüncüsü, eşinin Tanzanya'da kalmasıydı. Ama giderse, hakkını helâl edeceğini söyledi. Dördüncüsü, evlatlarının Tanzanya'da eğitim hayatlarına devam etmeleriydi. Ama dönerlerse hakkını helâl edeceğini belirtti."

Feza Koleji kimya öğretmeni Mustafa Tüysüzoğlu diyor ki: "Ölmeden bir gün önce bana 'Dolapta zemzem var, biraz verir misin?' demişti. Ben doktorlar yasakladığı için bu isteğini yerine getiremedim. Vefatından sonra bu vicdan azabını taşıyamayıp vakıf menajerimiz Alptekin Aksoy ağabeyimize gidip meseleyi anlattım. Bana, o dolapta aslında zemzem olmadığını, muhtemelen o zemzemi, meleklerin kendisine ikram ettiğini söyledi. Bu sözden sonra rahatladım... İkinci olarak ben ve ortağı Murat ağabey, en az yirmi defa Erkan Bey'in 'Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir!' dediğine şâhit olduk... Sanki meleklerle bir sohbette ders yapıyorlardı!.."

Kolejin Türkçe öğretmeni Nazif Yalçın diyor ki: "Erkan ağabeyimizi vefat ettikten sonra, gece rüyamda şöyle gördüm: Erkan ve Murat ağabeyle beraber üçümüz okulun bahçesindeydik. Erkan ağabeyimizin etrafında öğrenciler sürekli dönüyorlardı. O da onlara sürekli tebessüm ediyordu. Daha sonra onu mezarına bırakacaktık; birden o çukur bembeyaz nurlar saçmaya başladı."

Kolejin bilgisayar öğretmeninin eşi Ezel Kutlu Hanım diyor ki: "Erkan ağabeyimiz defnedileceği gün ben de orada olmak istedim. Erkan ağabeyimizi daha önce yakından görmediğim için yüzünü net olarak bilmiyordum. Erkan ağabeyin gömülme işlemleri yapılırken mezarı yanında sürekli ortalarda gezen ve üzerinde beyaz, uzun bir elbise bulunan ve bembeyaz parlayan bir insana gözüm takıldı. Sürekli insanlara tebessüm ediyordu... Ben cenazeyi unutup bu beyaz elbiseli adama dikkat kesildim. Mezarın üstüne toprak örtülürken geldi ve toprağın örtülüşünü izledi. Tam dua sırasında, gözümden kayboldu... Ayrıca dikkatimi bir husus daha çekti. O esnada, bütün beyaz leylekler havalanmıştı ve sadece bir tane leylek mezarın hemen yanı başında belirivermişti!.. Defin işlemlerinden sonra eşim fotoğraflarını bilgisayara aktarırken, Erkan ağabeyin daha önce çekilen fotoğrafını bana gösterdiğinde tüylerim diken diken olmuştu. Çünkü o ortalarda tebessüm ederek dolaşan uzun beyaz elbiseli adam Erkan ağabeyin tâ kendisiydi."

Yüz akımız bütün öğretmenlere ve esnaflara, bilhassa Erkan-Arzu Çağıl ailesine selam ve dualar...

Abdullah Aymaz, Zaman, 29.01.2007


Çağıldayan destanlardan

Aslen Erzurumlu olan Erkan Çağıl, 2001 yılında Tanzanya'ya gelmiş ve âdeta âşık olmuştu. Toprağı Tanzanya'dan alınmış olsa gerek, merhum döndü dolaştı yine bu topraklara geldi.

Tanzanya'daki Feza Koleji Müdürü İbrahim Bıçakçı'ya, Tanzanya'ya tekrar gelmek istediğini söylediğinde, o da Tanzanya ile ilgili bildiklerini kendisine anlattı. O, söylenen her cümleden sonra Tanzanya'ya daha bir bağlanıyordu...

Erkan Bey, bu duygularla Türkiye'ye döndü. 2005 senesinde Tanzanya'ya iki defa daha ziyarette bulunduktan sonra, hasretine bir nokta koydu ve Tanzanya'dan dönmemek üzere hicrete karar verdi.

Türkiye'deki iş ortağı ve arkadaşı Murat Yıldız'a "Var mısın Tanzanya'ya hicrete?!.." dedi. O da hiç tereddüt etmeden "Varım" diyerek teklifini kabul etti... Onlar birbirleriyle kardeş gibiydiler, birbirlerini kıramazlardı... Zaten Erkan Bey, bu meseleye o kadar inanmıştı ki, her şeyden vazgeçip, İstanbul'daki kurulu düzenini, Tanzanya'daki siyah incileri için fedâ etmişti. Böyle güzel bir teklife arkadaşı Murat Bey nasıl "Hayır!" diyebilir, Erkan'ı nasıl kırabilirdi?.. Tam bu sırada Erkan Bey'in annesi vefat etti. Onun cenazesiyle ilgilenmek için bir hafta Türkiye'de kalmak zorundaydı. O bir hafta onun için o kadar zor geçti ki... Tanzanya'ya gidemeden vefat edeceğinden korkuyordu. Bir yanda annesine karşı yapacağı son görevi, bir yanda da onu bekleyen siyah incileri vardı... Bu vefat onu hicretten vazgeçiremezdi.

Arkadaşlarıyla hemen Tanzanya'ya gelip işlerini kurmaya başladılar. Ortakları Kemal Bey, Arusha şehrinde maden ocağı açtı...

Erkan Bey, Tanzanya'da ben bu insanlar için neler yapabilirim, diye düşünüyordu. Başşehir Dârü's-Selam'ın sokaklarında gezerken bu şehirde câmilerin çok az olduğunu fark etti. Ülkenin yüzde altmışı Müslüman'dı; ama koca şehirde bir tek büyük câmi yoktu. Onun için Erkan Bey, Dârü's-Selâm'da aynı anda yirmi bin insanın, Rabbülâlemin'in huzurunda başlarını secdeye koyacakları büyük bir câminin yapılmasını, plânına koydu. Sonra Tanzanya'daki Türk okullarına baktı, lise, ortaokul, ilkokul, hatta anaokulu bile vardı; fakat bir üniversitemiz yoktu... Demek ikinci ihtiyaç bu idi. Onun için hayalinde, büyük bir câmi ile bir üniversiteyi planlamıştı...Bu planlarını ortakları Murat ve Kemal beylere de açmıştı. Onlar da kabul etmişti...

Ailesiyle beraber yerleştikleri bu güzel Afrika ülkesinde açtıkları maden ocakları ve araba servisleri güzel işliyordu. İşleri iyi gidiyordu... Yaşayışlarıyla yerli halka numûne oluyorlardı. Nezaketlerinin inceliklerine şahit olan gayrimüslim Tanzanyalı üç tane siyah inci "Sizin dininiz şefkat dini olmalı. Biz tarih boyunca, beyaz ellerden tokat yedik. Ama siz o beyaz ellerinizle bize selam veriyor ve başımızı okşuyorsunuz. Dininizi bize de öğretin; biz de sizin gibi yaşamak istiyoruz!.." deyip onlar gibi olmayı tercih etmişlerdi.

İşte böyle güzellikler içinde dokuz ay geçmişti. Zaman ve mekân olarak gülistana dönen bu dokuz ayın sonunda yeni bir okul arazisi bakmak için gittikleri yolun dönüşünde Erkan Bey, içinde bulunduğu arabanın trafik kazası yapması neticesi ağır yaralanmış ve hastaneye yoğun bakıma kaldırılmıştı. Hastanede kaldığı sekiz gün boyunca, kendisini ziyarete gelenlere Tanzanya için yola devam etmelerini vasiyet etmişti. Kimler ziyarete gelmemişti ki? Devletin üst kademelerinden idareciler, bürokratlar, gönül dostları, öğretmenler, uğurlarında ölümü göze aldığı, onun güzel Tanzanya'sının siyah incileri... Ve bir pazartesi sabahı saat 09.45'te ruhunu Rahman'a teslim etti. Allah rahmet eylesin...

Abdullah Aymaz, Zaman, 28.01.2007